Görsel Estetik Ders Notları – Görsel Algı

Görsel Estetik Ders Notları – Görsel Algı

Görsel Estetik Ders Notları – Görsel Algı
Yayınlama: 14.11.2022
37
A+
A-

Görsel Estetik Ders Notları – Görsel Algı

Bilim, sanat ve felsefe, yaşamın anlamlandırılmasının ve yorumlanmasının bir nedeni olarak görülür. Bu nedenle insan yaşamı anlamak için bu alanları araç olarak kullanma çabası içine girebilir. Bu çabalar sanatın çok yönlü, özgün bakış açıları ve farklı deneyimler yoluyla kendine özgü göstergeler dilinin oluşumuna neden olur. Görsel algılama konusu, göstergebilim bağlamında en popüler olanıdır. Algısal, zihinsel süreçlerde görseller/görüntü (görme), ses (işitme) temel iletişim biçimleridir. Algısal sürece bağlı olarak zihinsel bilgi ve deneyim edinme modellerinde bazı seslerin (özellikle dijital ortamlarda/sayısal sıkıştırma) görüntü olarak temsilleri de gerçekleşebilmektedir. Teknolojide geldiğimiz noktada, artık insanlar bilgiyi sayısal olarak sıkıştırıp uydulu iletişim ve yeryüzü yayınlarıyla her eve nasıl gönderebileceğini, söz, resim, diyagram ve filmlere, baskı ve müziğe nasıl dönüştürebileceğini öğrenmiştir. İşte tasarım olgusu tüm bu gelişimlerin görünür kılınmasında çok daha önemli bir rol oynamaktadır. Bu bağlamda görsel tasarımlar, tasarımın görünen yönünü ve zihinlerdeki algı ve duyuları geliştirmektedir. Sosyal çevre insan beyninin algılayabileceğinden, kavrayabileceğinden çok daha fazlasıyla karşılaşmakta adeta insan beyninin, zihninin sınırlarını zorlamaktadır. Teknoloji ve hipermedyanın sınır tanımadığı bir çağda görsel tasarımlar özellikle tipografik bildirgeler yaşantımızı kolaylaştırıcı, pratikleştirici önemli iletişim araçları olarak görülebilmektedir.

GÖZ VE GÖRME DUYUSU

İşlevsel olarak özellikle insan vücudunun en duyarlı, hassas duyularından biri olan göz, dış dünyadan/etkenlerden algılanan görüntülerin sinirsel uyarımlara dönüştüğü bir organdır. Tevfik Uçar (2004), gözlerin, insanın içten dışa vuran en saf ve gizlenemez duygusal boyutlarını içinde barındırdığını, “gözler yalan söylemez” veya “gözler kalbin aynasıdır” gibi söylemlerin, tüm dünyayı algılamamızda önemli yeri olduğunu ve gözlerin, duyguları dışa vurmadaki anlamlılığını ifade eder. Gözümüz son derece karmaşık fakat bir o kadar da mükemmel işleyen bir mekanizmaya sahiptir. Gözümüz birkaç santimetre yakınlıktaki nesneleri görebildiğimiz gibi bizden milyonlarca ışık yılı uzaklıkta bulunan yıldızları da görebiliriz. Ancak gözümüzün algılayabileceği ışık enerjisi, geniş bir alana yayılan elektromanyetik dalga dağılımının küçük bir bölümünü kapsar. Bu bakımdan radyo, televizyon, radar ve röntgen dalgaları gözümüzün algılayabileceği düzeyde değildir.

Gözün Anatomisi

Yapısal ve işlevsel yönüyle karmaşık bir yapı gösteren insan gözü, yapısal olarak incelendiğinde üç ana tabakadan oluşur. Bu tabakalar dışardan içeriye doğru; göz akı, renkli ‘koroit’ ve ağsı ‘retina’ tabakaları olarak adlandırılır. En dıştaki göz akı tabakası, beyaz ve sert bir tabakadır. Bu tabaka gözün ön kısmında iris’i oluşturur. İris’te göz bebeğini küçültüp büyüterek ışığın azlık ve çokluğuna göre görme için gerekli ışık miktarını ayarlamaya yarayan kas iplikçikleri bulunur. Gözbebeğinin arkasındaki göz merceği de çevresindeki kaslar yardımıyla incelip kalınlaşabilme özelliğine sahiptir. Bununla, yakın ve uzaktaki nesnelerin en iyi biçimde görülmeleri sağlanır. Üçüncü tabaka olan gözün iç tabakası ise ağsı ya da retina tabakası olarak adlandırılır. Retina tabakasında görme sinirlerinden çıkan iplikler retinayı bir ağ gibi sarar.

Gözlerimizi ve bir fotoğraf makinasının kamerası gibidir. Öncelikli olarak ışık öndeki saydam tabakadan (cornea) girer. İrisin ortasında yer alan gözbebeği (pupil) ve irisin çapı, aynı fotoğraf makinesinin diyaframı gibi büyüyüp küçülerek ışığın şiddetini ayarlar. Gözbebeğini geçen ışık göz merceğine (lens) gelir. Oradan da görmemizde önemli rolü olan, ışığa ve renge duyarlı retinaya gelerek orada toplanır. Retinada odaklanan görüntü elektrik sinyallerine dönüştürülüp optik sinirler aracılığıyla beyne ulaştırılarak algı sağlanır ve görme eylemi gerçekleşir. Kişinin hareket-bakış açısı değiştiğinde retinadaki görüntü de sürekli değişir. Ama biz objeyi gerçek özellikleriyle algılarız. Örneğin ay, ufuk çizgisine yakın iken daha büyük, yükseldiğinde daha küçük algılanır, ama retinadaki imgesi aynıdır. Dünyanın bize nasıl göründüğü, retinaya yansıyan imge ile sınırlı değildir. Zihnimiz, çevredeki bir imgeyi basitçe kaydetmek yerine kendi resmini yaratır, zihin inşa eder. Aldığımız bilgi uyarımları, duyular aracılığı ile bize ulaşır ve zihinde inşa edilir. Biz renkleri, ses tonlarını, tatları ve kokuları algılarız. Bizim algıladığımız kırmızı, mavi, yeşil renkler, fizikçi için belli bir frekanstaki elektromanyetik dalganın yüzeydeki yansımasıdır. Aldığımız tat ve koku, fizikçi için kimyevi bir bileşimdir. Müzik dinlerken sesin farklı bir tonunu algılarız, fizikçi bu tonu farklı frekansta titreşimi olan ses olarak niteler. Renk, ses tonu, tat almak ve koku almak duyu uyarımlarıyla oluşan zihinsel yapılardır. Algılarımız, gerçeğin doğrudan kaydı değil, zihnimizde inşa edilen bilgi deneyimidir. Çünkü doğadaki tüm canlılar, dış dünyadaki yaşamlarını devam ettirebilmek için gereksinimleri ve karşılaşılabilecek olan tehlikeleri doğru algılamak zorundadır. İnsan, duyu organları ile çevresinden etkilenerek farklı uyarılar alır. Bu uyarıcıların algılanması ve aktif hâle gelmesi karmaşık bir sürecin sorucunda gerçekleşir. Bu duyu organlarından görme duyusu yaşamımızın en önemli, en etkin duyularından biridir. Yaşamın gerçeklerini görerek yaşamayla ve görerek kurulan iletişimle hem etrafımızda yaşananları daha kolay anlayabiliriz hem de bu olaylara tepkimizi kolayca şekillendirerek kendimizi anlatabiliriz. Çevremizde yaşananları, olayları öncelikle görerek tanımlar ve anlamaya çalışır, sonra tepki veririz. Bu bakımdan görme duyusu insanın yaşamını biçimleyen en önemli duyusal araçlardan birisidir. Görme aynı zamanda yaşamın, gerçekliğin hem açıklanmasında, yorumlanmasında hem de denetlenmesinde kullandığımız en önemli anlaşılabilir duyu organımızdır.

Görme olayı dikkate alındığında göze görünenlerin yanında birçok bilgi kaynağını da içerdiği. Görme ve görülenlerin anlamlandırılması bir bütünmüş gibi gözükmekle birlikte belli bir süreci oluşturmaktadır. Bu süreç, temel görsel elemanlar, duyu teorileri ve görsel kültür gibi birçok konunun basamak oluşturduğu bir süreçtir. John Berger’e göre (1986) görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir. Bir diğer anlamda da görme sözcüklerden önce gelmiştir. Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek buluruz. Bu dünyayı sözcüklerle anlatırız ama sözcükler dünyayla çevrelenmiş olmamızı hiçbir zaman değiştiremez. Her akşam güneşin batışını görürüz. Dünyanın güneşe arkasını dönmekte olduğunu biliriz. Ne var ki bu bilgi, bu açıklama gördüklerimize uymaz hiçbir zaman. www.cevapoloji.com Meager (1993) öğrendiklerimizin gördüklerimizle ilişkili olduğunu daha iyi görebilmenin bizi bilgilendirdiğini ve tatmin ettiğini, bizi daha iyi yerlere taşıyarak hayatımızı zenginleştirdiğini ifade eder. İnsan yaşadığı sürece bulunduğu ortamlarda iletişim ve etkileşim sürecinde biyolojik tepkiler veren bir organizmadır. Görsel iletişimin gerçekleşmesinde etken olan görme, renkleri görebilme, ayrımsama, karanlığa uyum sağlama, hareketleri algılama/ritmik tepkiler gibi eylemlerden oluşur. Bu biyolojik eylem sonunda imgenin ilk görsel yansımaları ortaya çıkar. Dolayısıyla her imge belli bir görme biçimini ve tarzını gerçekleştirir. Dolayısıyla görmek, bakılan nesnelerin, varlıkların en önemli, en belirleyici niteliklerini kavramak anlamına gelir. Bakmak, seçme eylemi/becerisi neticesinde ortaya çıkan bir görme olayıdır. Görmekte bilinç vardır. Bakmak ise irademiz dışında istemsizce gerçekleşen bir durumdur. Görme eylemini sadece gözün işleyişiyle açıklamak yeterli değildir. Bu nedenle görmeyi gerektiren, görmeyi tetikleyen ya da etkileyen birçok biyolojik, fizyolojik ve psikolojik faktör vardır. Fizikçilerin görmeyi tanımlamaları aşağı yukarı herkesçe bilinir. Objeden yansıyan ışık ışınları göz merceğinden geçerek retinada bir görüntü oluşturur ve bu görüntü, elektro-manyetik sinir uçlarıyla beyne ulaşır. Fiziksel olarak durum buysa, acaba işin psikolojik yönü nasıldır? Öncelikle göz, sözgelimi, basit bir fotoğraf makinası gibi pasif bir kaydedici değildir; bir nesneye baktığımızda, sanki ona doğru yöneliyor gibi oluruz ve sanki görünmez bir işaret parmağının önderliğinde çevremizde dolaşırız. Görmek istediğimiz şey uzakta ise ona yaklaşır, orada bulunan şeylere dokunur, onları yakalarız; yüzeylerini inceler, dokularını araştırır ve bu objenin mekânla sınırlanan çizgilerini keşfederiz. Görme eylemi aynı zamanda zihin ve düşünce süreçleriyle de ilgilidir. Lepperd’e (2002) göre, Romalı bilgin Pliny şöyle diyordu: ‘görme ve gözlemlemenin asıl enstrümanı zihindir; gözlerin rolü, bilincin görsel ögelerini alan ve taşıyan bir küp işlevi görmektir’. Gerçekte gördüğümüz şeyleri görmek ve anlamak son derece karmaşıktır ve sadece ışık desenleri ile başlayan derin, gizemli bir süreçtir.

Kör Nokta

Görme sinirleri bir araya toplanarak göz küresini terk eder. Sinirlerin göz küresinden çıkış noktasında görsel alıcı hücreler yoktur. Bu nedenle, iki gözümüzde de bir kör nokta (blind spot) vardır. Günlük koşullar altında, göz sürekli ufak hareketler yaptığından, kör noktanın farkına varamayız. Fakat bazı koşullarda kör noktayı algılama olanağı vardır. Özetle ifade edilecek olunursa kör nokta, ağ tabakada ışık duyargalarının bulunmadığı noktadır.

Kör noktanızı görebilirsiniz. Kitabı önünüzde tutun. Sol gözünüzü kapayın ve noktaya gözünüzü dikin. Çevresel görüşünüz içinde X işaretini görmeye devam edersiniz. Şimdi kitabı yavaş yavaş kendinize doğru getirin. Belirli bir noktada X işareti kaybolur. Bu anda X’in görünümü kör noktanız üzerine düşmektedir. Sağ gözünüzü kapayıp aynı işlemleri yaparak sağ gözünüzün kör noktasını da keşfedebilirsiniz.

ALGI VE ALGILAMA

Algı ve algılama tanımından önce algısal eşiklerden bahsetmek gerekir. İnsanda ağrı eşiği gibi algılama kapasitesi ve düzeyini belirleyen algı eşiği vardır. Sıfır noktasından en yüksek (maksimum) düzeye kadarki skala yani duyarlılık aralıklarındaki tepkiler, algılama eşik düzeyini gösterir. Örneğin çok düşük düzeydeki ışık şiddeti veya çok küçük yer sarsıntılarına (depremler) duyu organlarımız tepki veremez. Çünkü bu son derece düşük uyarıcı bir (aralıktır) eşiktir. Biyolojik yapımız, alıcılarımız bu düzeydeki uyarıcılara tepki vermekten uzaktır. Bir alıcı organın uyarılabildiği en ufak uyarıcı şiddetine mutlak eşik (abssolute threshold) adı verilir. Buna göre belirli duyu organlarımızın mutlak eşikleri aşağıdaki tabloda gösterilmiştir.

Görme : Karanlık bir gecede 50 km’den bir mum ışığı
İşitme : Sessiz bir ortamda 5 metreden bir kol saatinin işleyişi
Tat alma : Sekiz litrelik bir suda bir çay kaşığı şeker
Koku alma : Altı odalı büyük bir evde bir damla esans
Dokunma : Bir santimetre yükseklikten yüzüne düşen bir sineğin kanadı

Algı (perception) insanın anlık yaşantısı sırasında kazanılan duyusal bilgilerin (çevrede var olan olay ve etkilerin) beyin tarafından organize edilip yorumlanma veya anlamlandırma sürecidir. Algı gerçekliği bilinç ve muhakeme içerir; algı, görme, işitme, koku, tat, dokunma ve diğer vücut duyularıyla ilişkilidir. Algı, bir şeyler öğrenmenin yanı sıra bireyin çevre ile bağlantısını da kurar. Daha yalın bir deyimle ifade edecek olursak algı; duyu organlarımıza gelen dışsal uyarıcıların anlamlı hâle getirilmesidir. Sekuler ve Blake’e (1994) göre algı eylemi; nesneleri görmek, duymak, tatmak, koklamak veya hissetmek için duyusal bilgilerin edinilmesi ve işlenmesidir. Örneğin bir meyvenin lezzetini, tadını alma olayı (uyaranların beynimize ulaşması) duyum, o meyvenin bir portakal olduğunun anlaşılması yani anlamlandırılması bir algılama durumudur.

Algı aynı zamanda nesnelere ve olaylara ilişkin bilinçli farkındalığı içerir. Çok sayıda algılama ilkesi vardır. Beyinde organize edilen algı, göz ve zihin arasındaki bağlantı ve iletişim neticesinde gerçekleşen anlamlandırılmış yorumlardır, duyuların kombinasyonudur, duyuları öznel bilince aktarmadır. Başka bir deyimle algı, göz önündeki nesnelerin, varlıkların tüm duyular yoluyla alınan izlenimlerin yorumlanma eylemidir. Dolayısıyla bireyin tutumu, güdüleri, ön yargıları, meslek, ilgi ve ihtiyaçları algıyı etkileyen iç faktörler arasında yer alır. Algı, aynı zamanda dış dünyanın duyumlarla gelen imgesinin bilinçte gerçekleşen tasarımıdır. Örneğin görme duyumuz, her iki gözümüzde ve çeşitli planlarda beliren iki ağaç imgesi getirir. Bu iki ağaç imgesi anlık bir işlevle tekleşir. Tekleşen bu imgeye, bellekte biriken eski algılardan gerekli olanlar da çağrışım yoluyla eklendikten sonra ağaç algısı gerçekleşmiş olur. Özellikle görme, işitme ve dokunma duyuları insanın bilincine kavram ve düşünce yapımı için algısal gereçler taşır. Zihnimiz bu anlamda oldukça spesifik, karmaşık ve manipülatif bir özelliğe sahiptir. Taylor (2009. s.33) zihnimizin son derece hassas ve zarif olduğunu; algılama, düşünme, hatırlama, hayal etme, planlama, muhakeme etme, konuşma, duygusal tecrübeler ve bilinç dışı süreçleri içeren karmaşık, fonksiyonel bir yapıya sahip olduğunu ifade eder. Tüm bu fonksiyonlarının yanı sıra Taylor, sanatın insan zihninin pencerelerini genişlettiğini söylüyor. Dolayısıyla farklı bakış açılarla yoğunlaştığımız zihinsel faaliyetler aynı zamanda bizi yaratıcılığa götüren önemli bir etkendir.

Zihin, gözün fark edemediği, göremediği detayları örüntülerle kurgulayabilecek düzeydedir. Biyolojik problemlerin dışında, bazen herhangi bir şeye baktığımız zaman onu göremeyebiliriz çünkü zihin bunu algılamayabilir. Çünkü o anda belki de zihnimiz başka şeylerle meşguldür. Bazen bu durum halk arasında ‘bakar kör’ şeklinde de ifade edilir. Çünkü imge, algıladığımız şeylerin zihnimizde bıraktığı etkilerdir, izlerdir.

Dikkatin uygun bir şekilde işlemesi yalnızca yeni nöronların uyarılması anlamına gelmemektedir. Bir şekilde beyin, dikkatin sürdürülmesine yardımcı olmak için, gelen görüntüleri düzeltmektedir. Ne gördüğümüz ve neye dikkat ettiğimiz aslında iki yönlü bir dengeleme eylemidir. Bir şeyi görmezden geldiğimizde, beyindeki bir içsel mekanizma, onunla ilgili girdileri engellemektedir. Bazen alışılmışın, rutinin dışındaki görüntüler daha çabuk fark etmemizi, algılamamızı sağlar. Örneğin beyaz bir koyun sürüsünün içindeki siyah koyun hızlı bir biçimde zihnimizce algılanır.

Algılama, algılanan nesneden, durumdan daha fazla şey ifade eder. Çünkü algılamada duruma bir anlam yükleriz. Örneğin okuduğumuz okul sadece bir bina değildir. Orada arkadaşlarımız, hocalarımız vardır. Dahası biz orada birçok yaşantı geçirmişizdir, o nedenle okuduğumuz okulu bu okulda okumayan bir başkasından farklı algılarız hatta aynı yerde beraber okuduğumuz arkadaşımızdan da farklı algılarız. Çünkü bunun sebebi kişiler arasındaki görüş ve ilgi alanlarında farklılıkların olmasıdır. Örneğin hayvanları seven biri ile sevmeyen biri, bir köpeğin yanından geçerken köpeğin davranışını aynı şekilde anlamlandırmayacaktır. Farklı şeyler yaşarız, bu nedenle farklı anlamlandırmalara sahibizdir. Erinç’e göre (2004) algı iki grupta incelenir. Bunlar:

A. İç Algılar: Her bir insanın, kendi iç dünyasına dönük algılarıdır. Ruhsal durumlarımızın yarattığı iç dünya gerçeklerimizi konu alan algılardır.
B. Dış Algılar: Bizim dışımızda olan fakat etkileşimde bulunulan dünyadaki nesnelere dönük algılardır.

Bu iki algı türü birbiriyle sebep-sonuç ilişkisi içindedir. Sanatsal algılarla diğer gelişigüzel algılar arasındaki farklılıkları ayırt edebilmek oldukça zordur. Fakat en kısa yoldan şöyle bir ayrım yapılabilir. Sanatsal algılar, şiddetine göre, son derece yoğunlaştırılmış düşsel çalışma ve çatışmalarla açığa vurulur. Duyu organlarımız, dışarıdan gelen uyarıları alır, bu uyarıları sinirler vasıtası ile beyindeki ilgili merkeze iletir. Böylece, duyum meydana gelir. Duyum; sestir, ışıktır, kokudur, basınçtır. Duyum algılamada önemli rol oynar. Örneğin elini ütüye değdiren insan bir anda elini çeker. Fakat duyum her zaman o andaki bir yaşantı olarak kalmayıp algının oluşması için bir temel olabilir. Bu aşamada geçmiş yaşantılar işe karışır ve duyumun verdiği yalın bilgiye bir anlam yüklenir. Böylece algı meydana gelir. O hâlde algının olabilmesi için duyumun; duyumun olması için uyarımın; uyarımın olması için de uyarıcının olması gerekmektedir. Dolayısıyla algılarımız duyumlar üzerine kuruludur. Algı, duyudan farklıdır. Duyum algıya temel oluşturur.

Görsel Algı ve Gestalt Kuramı

Kişilerde estetik görme becerisi sonradan kazanılan bir durumdur. Bu durum sanata dayalı görsel kültür pratikleriyle yakından ilgilidir. Bu bakımdan ne kadar çok sanat alanlarıyla ilgilenirsek ne kadar çok bu alanlara ilişkin pratikler yaparsak sanatsal anlamda rafine edilmiş seçici algılama gücümüzü, estetik duyarlılığımızı, dolayısıyla estetik görme becerimizi geliştirmiş oluruz. Algılamada bütünün algılanması parçaların algılanmasından önce gelir. Algılama, ‘bütüncül ruhbilim öğretisi’ açısından bir bütünleşme, düzenleme, tamamlama işlevidir. Birbirine yakın olan, birbirinden aynı uzaklıkta, aynı ya da benzer biçimde bulunan nesneler bir arada algılandıkları gibi, tam kapalı olmayan çember, dikdörtgen, kare gibi nesneler de kapalı ve en iyi biçimde algılanır. Bütünleştirmeyi insanın ruhsal yapısı ve durumu da etkiler. Böylece, aynı nesnenin ya da olayın değişik kişiler tarafından çözülüp anlaşılması farklı olur. Nesnelerin durumu, konumu, uzaklığı ve insanların bunlara bakış açısı değişse bile, bütünleştirme çevrenin değişmez biçimde algılanmasını sağlar. Böylece yukarıdan bakılınca çember, yandan bakılınca da dikdörtgen olarak görülen bir su bardağı, nereden bakılırsa bakılsın daima bardak olarak algılanır. Bütünleştirme ilkelerinden uzaklaştıkça algı bozulur. İnsanlar kendilerine özgü bütünleştirme ilkeleriyle iletişim kurarlar. Neticede algı bozulunca iletişim de bozulur.

“Resimlerle Düşünmek” adlı kitabın yazarı Temple Grandin (2010), ünlü Hollandalı ressam Van Gogh’un akıl hastanesine kapatıldıktan sonra sanatında daha başarılı olduğunu ifade eder. Grandin’e göre, muhtemelen epilepsi rahatsızlığı, onun pastel renkleri kullanımından daha parlak renklerin kullanımını tercih etmesine neden olmuş olabilir. Ara ara gelen nöbetler onun algılamasını değiştirmişti. Van Gogh’un “Yıldızlı Gece” adlı tablosunda, gökyüzüne çizdiği girdaplar, bazı otizm vakalarındarastlanan duyusal bozuklukları çağrıştırır. İleri derecede duyusal işlemleme sorunu olan otistik özellikler gösteren bireyler, nesnelerin kenarlarının döndüğünü görür ve bozulmuş duyusal girdiler alırlar. Bunların sanrı değil, algı bozuklukları olduğu düşünülür. Algılama ile ilgilenen psikologların öğrendikleri ilk şey, algının bir olduğudur. Dünyayı rasgele bir araya gelmiş, gelişigüzel nesnelerin dizildiği bir çevre olarak görmeyiz. Bize gelen duyuları derler, toparlar, organize ederek bir anlam veririz. Algı kendisini oluşturan duyusal girdilerin toplamından daha fazla bir anlam ifade eder. Bu gerçeği, algısal psikoloji üzerinde çalışan ilk Alman psikologları gestalt kelimesi ile ifade ettiler.

Gestalt Almanca bir kelime olup; biçim, şekil, form gibi anlamlara gelmektedir. Gestalt kuramı algısal örgütleme yasaları ile ilgilenen bir psikoloji teorisidir. Şekil-zemin ilişkisi, yakınlık, benzerlik, süreklilik, tamamlama, devamlılık, basitlik yasaları, algısal örgütleme yasalarından oluşur. Gestalt kuramı olay, olgu, nesnelere bütüncül yaklaşımla bakmayı öğreten algısal organizasyon kuramıdır. M.C. Escher’in çalışmalarında Gestalt yasaları ile örtüşen çeşitli örnekler görebiliriz. Örneğin Escher’in çizimlerinde zaman, mekân, paradoks, yanılsama, simetri, çifte anlam, perspektif gibi birçok unsur ve kavramın bir arada ya da belli birkaç unsurla kullanıldığı görülmektedir. Escher’in çizimlerinde belirlediği kadraj bile sonsuzluk ve devam hissi vererek merak uyandırmaktadır. Gestalt algı prensiplerine dayandırarak ortaya koyduğu tasarımlarında figür-zemin ilişkisini iki boyuttan üç boyuta taşımak suretiyle adeta yüzeyden çıkıp taşan figür ve mekânlar yaratmıştır. Öte yandan paradoksal bir kurguyla yarattığı eserlerindeki tekrarlanan şekiller, bir türlü sona ermeyen bir devamlılık algısı yaratma peşindedir. Bu yolla her bir çiziminde cezbedici ve hayranlık uyandırıcı birçok unsur göze çarpmaktadır.

Gestalt kuramı bellek, öğrenme, hatırlama, problem çözme ve algılama konularında yenilikler getirmiştir. Organize bütünler, birbirleriyle ilgisiz parçalardan çok daha kolay öğrenilip akılda tutulurlar. Gestalt kuramına göre, problemin bir bütün olarak derinliğine kavranıp buna bütün hâlinde çözüm aranması, kişiyi hızlı ve özgün buluşlara götürür. Örneğin bir manzara fotoğrafına baktığımızda dağlar, gökyüzü, göl, ağaçlar gibi elemanlar ayrı ayrı çok beğenilebilir. Tamamı ele alındığında ise tüm parçaların birbirlerini tamamlayan doğal bir güzelliğe ve mükemmelliğe sahip olduğu görülür. Başarılı bir görsel bütünlük (Gestalt) veya parçaların dikkatli bir birleşimi (kombinasyonu) ile elde edilir. Bir grafik tasarımcısı hem dünyadaki hem de imgedeki şekillerle çalışır. İnsanlar gördükleri varlıkları, nesneleri bir bütün olarak algılarlar. Gestalt organize bir bütünlük ya da örüntü anlamına da gelir. Söz gelimi piyanodan çıkan bir melodi, notaların çıkardığı seslerden (tını) öte, notalar arasındaki bütüncül, fonetik ilişkiye bağlıdır. Örneğin bir sinema afişine yakından detaylı bir şekilde baktığımızda önce büyük punto ile yazılmış filmin adını sonra oyuncuların adını ve görsel, tipografik ögeler/renkler ve efektleri (illüstrasyon) algılarız. Bu ögelerin gerisinde kalan zemin ise arka plan, yani art alan olarak algılanır. Ancak ilk bakışımız bütüncüldür, bütünü oluşturan parçalar arasındaki ilişkiler görme ve güçlü bir algılamayla gerçekleşir.

Yıldırım’a (1998) göre bir nesne veya olayı algılamanın en kolay yolu onu zihinde canlandırmaktır. Okuduklarınızı veya duyduklarınızı zihninizde canlandırmaya çalışın. Matematik çözerken rakamlarla, yazı yazarken kelimelerle olduğu gibi, düşünürken de zihninizdeki resimlerle oynamaya (değiştirmek, birleştirmek, ayrıştırmak veya üst üste çakıştırmak gibi) çalışın. Aynı durum diğer temel duyular için de geçerlidir. Bu becerinizi geliştirmek için aşağıdaki veya benzeri durumları gözünüzde canlandırmaya çalışın:

  • Bir tanıdığınızın yüzü
  • Çalıştığınız binanın dış görünümü
  • Salonunuzdaki halının desenleri
  • Çok sık gördüğünüz bir ağaç
  • Arabanızın motorunun nasıl çalıştığı

Kuşkusuz, renk ve biçim, herkesin az çok dikkatini çeker Psikologlara göre duyu yoluyla gelen uyarmalara karşı hepimiz hareketsel bir tepki gösteririz. Ama bu tepki, birçok kimsede derine gitmez. Bir kas hafifçe hareket eder ya da zihin şöyle bir uyanır. Oysa ressam ve heykeltraş, duyulara çarpan şeylere bilinçli olarak tepkide bulunur; bu tepkileri, tuval üzerinde ya da mermerde canlandırır. Plastik değerler üzerinde, yani göze hitap eden şeyler üzerinde durur.

Görsel Algılamayı Geliştirme

Öğrendiklerimiz, gördüklerimize bağlıdır. Daha iyi görebilmek bizi bilgilendirir ve tatmin eder. Bizi daha iyi yerlere taşıyarak hayatımızı zenginleştirir. Görsel dünya ve onu anlayışımız nasıl düşündüğümüzün, hareket ettiğimizin ve hissettiğimizin temelini oluşturur. Dolayısıyla görsel algılama sürecine ilişkin düzeyimizi; sahip olduğumuz kültürel değerler, inançlarımız, hayat felsefemiz, ilgi alanlarımız, yaşama ilişkin beklenti ve deneyimlerimiz belirler. Farklı yaş gruplarına sahip bireylerin sosyoekonomik, kültürel özellikleri, farklı görsel algı özelliklere sahip olmalarına bir nedendir. Görsel algılamayı geliştirme, çaba gerektiren bir süreç olmakla birlikte nesnelere, varlıklara farklı görüş açılarından yaklaşabilmeye olanak sağlayan algısal, içgüdüsel bir gereksinim sonucu oluşur. Görsel olarak düşünmek, bireyin tasarımlarının biçimlendirilmesine yardımcı olur. Burada amaç doğadaki varlıkların biçimlerine, niteliklerine odaklanmaktır. Böylece birey neyi, nasıl, hangi bakış açısıyla, nesnenin hangi özelliklerini görmesi gerektiğini düşünebilir. Sanatsal anlamda görsel algılama becerisi bireyin ayrımsama ve ifade gücünü geliştirir.

Gözlem ve Algılama

Gözlem ve algılama yetileri her insanda farklı özellikler gösterebilir. İnsanların dış dünyayı gözleme ve algılamasında sosyoekonomik ve kültürel değerler, fizyolojik ve biyolojik durumları inançlar, gelenekler, çevresel faktörler, eğitim ve yetişme tarzı, yaşam koşulları, yaş, cinsiyet ve mesleki farklılıkları algılama düzeylerinde değişkenliklere neden olur. Örneğin bir sanatçının doğayı algılama ve gözlemlemesi ya da yorumlaması sanatçı olmayan diğer insanlara göre daha farklı olabilir. Burada söz konusu olan farklılık, sözcüklerle kolay kolay açıklanamaz çünkü “algı”, herkes için farklı şeyler ifade eder. Kimileri algıyı, dış ortam tarafından uyarıldıklarında duyuların aldığı/topladığı şey diye tanımlar. Ayrıca ilgi alanımıza giren ya da yakın çevremizdeki olgu ve olaylar dışında gözlem yapma ihtiyacı duymayız. Başkaları tarafından yapılan, dolaylı yollardan elde ettiğimiz gözlemler, doğrudan yaptığımız gözlemler kadar etkili değildir. Çevredeki uyarıcıların fazlalığı veya düşüklüğü insanlarda algılama düzeyini yükseltebilir veya düşürebilir.

Çevremizden ve kendimizden sürekli uyarılar alırız. Bu uyarılar basit bir ses, görüntü, koku tat ve dokunma olabileceği gibi, olaylar, nesneler, düşünceler veya deneyimler gibi daha karmaşık uyarılar da olabilir. Kimi zaman ise gözlemlerimizi yazı, rakam veya formüller gibi semboller kanalıyla yaparız. Beynimiz bu uyarıları daha önceden bildiklerimize göre tanımlar, şekillendirir, sınıandırır ve birbiriyle ilişkilendirir. Bazı algı ya da gözlem beceri ve yetenekleri doğuştan olabilir. Bu özelliklere sahip insanların, özellikle sanat alanlarındaki gelişimleri daha etkili ve hızlı olabilir. Örneğin Rudolf Arnheim “Görsel Düşünme” adlı kitabında; deneyimli bir hekimin bir yaraya, deneyimli bir makine ustasının bir makinaya, bir fizyoloğun bir mikroskop preparatına baktığında aceminin görmediği şeyleri görebildiğini ifade eder. Bazı insanlar güçlü bir gözlem, güçlü bir farkındalık ve algılama becerilerine sahiptirler. Algılarımız ilgilerimizle de yakından ilişkilidir. Örneğin yüz kişi arasında yer alan tek bir sanatçı vardır. Bizi yalnızca sanatçı ilgilendirdiğinden ondan başkasını gözümüz görmez. Yapılan araştırmalarda sanatsal yönden yetenekli bireylerin hayal güçlerinin ve görsel algılama becerilerinin yüksek olduğu ifade edilir. Örneğin Cleveland’da (ABD) görsel hafızaları yüksek ve düşük olan çocuklar arasında bir araştırma yapılmıştır. Araştırma bulgularına göre yetenekli öğrencilerin istisnai görsel hafızaya sahip oldukları gözlenmiştir. Araştırmacılarca katılımcı öğrencilere modelden (polar) bir ayı gösterilek onun resmini çizmeleri istenmiştir. Üç yıl sonra tekrar belirli aralıklarla aynı ayıyı tekrar çizmeleri istenmiştir. Daha az yetenekli öğrenciler zihinden ayının karakter özelliklerini çözümlemeye çalışarak ayıyı benzetmeye çalışmışlardır. Ancak başarısız olmuşlardır. Yetenekli olanların ise ayının ayrıntılarını hatırlayarak (dokusunu, kıvrımlarını ve diğer karakter özelliklerini) daha iyi bir çizim gerçekleştirdikleri görülmüştür. Bazen insanlar meslekleriyle ilgili haberlere, görsellere karşı ilgi duyar, diğer alanlarla pek ilgilenmezler. Algı, dolayısıyla görme eylemi seçici ve amaçlıdır. Arnheim’e göre (2007) gözler, yuvalarının içinde hareket edebilir ve başın, daha doğrusu bakan kişinin bütün beden hareketleri, gözlerin seçici araştırmasını kuvvetlendirir. Göz yuvaları içinde devam eden kayıt işlemleri bile oldukça seçicidir. Bu ustalıklı sadeleşme sayesinde görme, yalnızca birkaç tür iletici yardımıyla altından kalkılamayacak kadar çok sayıda iletici gerektirecek bir görevin üstesinden kolaylıkla gelebilmektedir. Dolayısıyla Arnheim’ın ifade ettiği konu algıda seçicilik kavramı ile de yakından ilgilidir.

Algıda seçicilik, insanların duyu organlarına gelen uyarıcılardan yalnızca bazılarına tepki vermesi olayıdır. Bir anlamda uyarıcılar arasında seçim yapma durumudur. Örneğin bir nesneyi ararken veya bir noktaya ulaşmaya çalışırken çevremizdeki nesneleri varlıklar veya diğer görsel uyarıcılar dikkatimizi çekmez, onlara yoğunlaşmayı ihmal ederiz. Bizi hedefimize ulaştırarak sorunun çözülmesine yarayan bu reel/gerçek durum bazen aleyhimize de olabilmektedir. Çünkü o anda önemsiz görünen ancak sonrasında son derece önemli olabilen bazı görsel uyarıcıları, nesneleri algılamamız istem dışı bir şekilde engellenebilmektedir. Seçicilik insanın o anki psikolojik tutum ve gereksinimlerine, ilgi ve yetkinliğine göre değişir. Gözün gönderdiği duyumlara çağrışım, sezgi ve izlenim olarak pek çok imgelem katılır. Dikkat, görsel algımızın odak noktası ve sınırla mekânın ayrımıdır. Odak noktası, öncelikle bakmanın netleşip yoğunlaştığı şekilsel alandır. Dolayısıyla dikkat yoğunlaşması sırasında tüm çevresel uyarılara insan kendini kapatır. Sanat eserinde dikkat yönünün kaydırılması, dikkatin diğer uyarıcı ve titreşimlere kaydırılması, bilinçli, sistemli ve ritmik olursa estetik hazzı arttırır, estetik coşkuyu kabartır. Çevremizdeki uyarıcı etkenler (şiddeti) büyüdükçe dikkatimizi daha çok çeker. Örneğin yüksek sesler, korkunç bir kaza, ağır bir koku gibi. Renk algısına baktığımızda ise ana renkleri, (mavi, sarı, kırmızı) ara renklere (yeşil, turuncu ve mor) göre ve bazı parlak (fosforlu) renkleri daha çabuk ve kolay algılarız. Dış dünyada olup bitenlerin büyük bir kısmını duyu organlarımız yakalar, ne var ki biz bu enerjilerin farkına varamayız. İnsanoğlu, çevresini seçici bir biçimde algılar. Duyu organlarımızın yakaladığı uyarıcıların ancak bir kısmını seçerek algılarız. Örneğin şu anda kitabı okumayı bırakın ve gözlerinizi kapatıp çevrenizdeki sesleri dinleyin. Uzakta veya yakında farkına vardığınız yeni sesler var mı? Kalbinizin atışını hissedebiliyor musunuz? Ayağınızda çorap var mı, kitabı okurken çorabın olduğunun veya olmadığının farkında mıydınız? Oturduğunuz yer yumuşak mı yoksa sert mi? Bedeninizin durumu nasıl; beliniz, omuzunuz, boynunuz rahat mı yoksa gergin misiniz? Neticede dış uyarıcıların hepsinin farkında olarak okumaya devam etseydiniz, okuduğunuzdan bir şey anlamazdınız. Beynimizin giren duyu verilerini işleyerek anlamlı bir algı oluşturma kapasitesi son derece sınırlıdır. Bu nedenle beyin, belirli değişkenlerin etkisi altında sürekli seçerek algılar. Seçme olayı, algılama olayının en belirgin özelliklerinden biridir. Kuşkusuz çevremizdeki bütün uyarıları aynı anda ve aynı yoğunlukta algılamamız mümkün değildir. Bu yüzden aradığımız, ilgilendiğimiz veya herhangi bir nedenle dikkatimizi çeken uyarıları daha net algılarız. Örneğin bir nesneyi ararken gördüğümüz diğer nesneleri ihmal ederiz, çevremizdeki konuşmalar arasında ismimiz geçmişse o yöne bakarız veya sessiz bir ortamda yüksek tondaki bir sese kulak kabartırız. Beynimizin etkin biçimde çalışabilmesi için seçici olmak ve sınırlı kapasitemizi bizi en çok ilgilendiren uyarılar için kullanmak zorundayız. Ancak normal koşullar altında son derece lehimize olan bu durum, bazen aleyhimize döner ve en önemli uyarıları bile algılamamızı engeller. Eksik veya yanlış aldığımız bir uyarı, belleğimizi ve düşüncelerimizi etkiler ve bir bakıma daha sonra yapacağımız gözlemlerin sınırını belirler. Bir olayla ilgili olarak seçtiğimiz yanlış belirti, o olayı yanlış nedenlere bağlamamıza yol açar.

Algıda değişmezlik, sürekli değişen duyusal girdilere rağmen nesnelerin biçimlerini, büyüklüklerini, yerlerini ve renklerini değişmeden algılamamıza verilen addır. Bazı algılama yetenekleri doğuştandır, ne var ki kişinin öğrendikleri ve deneyimleri, doğuştan gelen bu yeteneklerin gelişmesinde önemli bir rol oynar. Doğuştan gelen yetenekler ve sonradan öğrenme yoluyla kazanılan beceriler birbirlerini sürekli etkiler. Neticede her iki etmen de algılama faaliyetinin bir süreci ve gerçeğidir.

İm ve İmge

İm (işaret), algılanmış bir olayı dile getirir. Örneğin uzakta bir yerde duman görürsek orada bir ateş yanmakta olduğunu anlarız. Bu gibi doğal bağlantıları biz doğal bir işaret (im) olarak algılarız. Psikanalistler ruhsal çözümleme yaparken, simge üreten kaynağın zihin olduğunu ve düşlerin de simgelerle belirlendiklerini işaret etmektedirler.

İmge, Türk Dil Kurumuna göre; zihinde tasarlanan ve gerçekleştirilmesi özlenen şey, hayal, hülya’dır. İkinci bir anlam olarak imge; genel görünüş, izlenim ve imaj olarak da tanımlanabilmektedir. Doğuşla birlikte var olan duyularımız kendi yapılarına göre soyut ve somut, içteki ve dıştaki her şeyi algılar. Algılananlar duyularımızla bilincimiz tarafından belleğe aktarılır. Böylece belleğimizde izler oluşur. Bu izler algılanan şeyin tümüyle aynısı değil, az çok ona en yakın olanı, aslının yerini alan imgelerdir. Daha sonra bellekteki imgeler içten veya dıştan gelen uyarılarla harekete geçer ve bellekte iz oluşturan asıl şeyi çağrışımlarla geri getirilir. Bilince geri gelen bu asıllar tam olarak gerçeğin kendi olmayıp ona en yakın olanlardır.

İmge, bilginin ham maddesidir, sanatta art alandır. Yaratıcı düşünce, imgeleme sürecine dayanan düşünceyle gerçekçi düşünce arasında bir köprü vazifesi görür. Dolayısıyla sanat ürünleri, imgeler üzerine kurgulanan göstergeler, ya da fenomenlerdir. Sanatta imge, görünür değildir, bir anlamda süje ile eş anlamlıdır. İşlevlerine göre farklı tanımlamaları yapılabilir. Örneğin grafiksel imgeler, optik imgeler, duyusal imgeler gibi. İmgeler bize asıl dünyayı değil, dünyalardan bir dünya gösterir. Gösterilen şeyler değil, bunların temsilleridir imgeler: Temsil, yani yeniden sunum. Hakikaten imgelerin temsil ettiği şeyler “gerçeklik” te olmayabilir; sadece muhayyile, kuruntu, arzu, rüya ya da fantezi dünyasında var olabilir. Öte yandan, dünyaya şu ya da bu şekilde dâhil olan bir nesne olarak vardır her imge. İster fotoğraf ister film ya da video isterse de resim olsun, imgelere baktığımızda gördüğümüz şey insan bilincinin ürünüdür. İnsan bilinci ise kültür ve tarihin ayrılmaz bir parçasıdır. Buradan şu sonuç çıkıyor: İmgeler, maden cevheri gibi kazılıp çıkarılan şeyler değil, belli bir sosyokültürel ortam içerisinde belli bir işlev görmesi için inşa edilen şeylerdir.

Hayal gücü bilgiden daha önemlidir. Çünkü bilgi sınırlıyken Hayal gücü tüm dünyayı kapsar. Albert Einstein (1879-1955).

İmgelem, aklın daha derin, gizli çağrışımlarına giden bir yol olarak da görülebilir. Aklın bilinçdışı oyunu, düşlerde ve sanatta ortaya çıkar. İmgelem bu bilinç dışına ifade kazandırır. Bu nedenle, sanat ve sanat olmayan ayrımı, imgelem kuramına bağlıdır. Sanat imgeseldir. Sanat olmayan ise bilinçli bir ustalıktır. Sanat özgürdür. Sanat olmayan, belirlenmiş amaçlarla ve başkasıyla denetlenir. İfade kuramlarında imgelem, yalnızca olumlu bir güç olmakla kalmaz, ayrıca yapıtın özgünlüğü konusunda ölçüt oluşturur.

Sanatta Görsel Algı ve Görsel İmge

Bazı ruhbilimcilere (psikolog) göre algının kendisi görsel imgenin en mükemmel biçimidir ancak daha yaygın olan görüş, imgenin algılama eyleminden ayrı bir şey olduğudur. Örneğin; dala konmuş bir kuşu gördüğüm zaman, ona baktığım sürece beynim bu algıyı kaydetmeye devam eder. Gözlerimi kaparsam ve eğer istersem zihnimde hâlâ kuşu görebilirim. Bu gördüğüm ve bir çeşit zihnimde koruduğum, kuşun imgesidir. Algının kendinden daha az belirgin olmakla birlikte, dikkatimi toplarsam bu imgenin de daha açık seçik ve ayrıntılı olmasını sağlayabilirim. Sonra artık kuşun imgesini zihnimden uzaklaştırırım ve imge yiter. Fakat birkaç gün sonra kuş bana hatırlatılırsa, imge geri gelir ancak aradan geçen süre ne denli uzun olursa gelen imge de o kadar belirsizleşir. İmgelem (hayal gücü) ise zihnin geçmiş ile gelecek arasında bağ kuran sınırsız bir faaliyetidir. Bir olayı, olguyu, varlıkları, nesneleri zihinde tasarlama ve biçimlendirme gücüdür. Yaratıcı süreçte imgelem biçimle birlikte çalışır. İnsanın görsel imge yeteneği insan bilincine uyarıcıların-duyumların işlemesinin karmaşık bir sürecinin sonucudur.

Genel olarak biliyoruz ki gerçekliğin yansıtılışı, gerçekliğin sanatsal bir imgede dönüşüme uğrayışıyla ortaya çıkar. Sanatsal imge, gerçek bir objenin ya da varlıkların basit bir kopyası değildir. Sanatsal nitelik taşıyan ya da sanat iddiasıyla gerçekleştirilen bir yapıt gerçeklikle ne kadar benzerlik taşırsa taşısın hiçbir zaman doğanın birebir kopyası değildir. Sanatçı bir şeyleri değiştirir, bir şeyleri ekler ya da çıkarır. Bu imgenin ışığında gerçekleşen yaratıcı bir süreçtir. Örneğin bir sanat fotoğrafında kamera objektifi nesneyi hep aynen saptamaktadır. Oysa fotoğraf çekimi ya da basımı tekniği ile yakından ilgili biri, sanat fotoğrafında olguları değişime uğratacak reji, kompozisyon ve ışık olanaklarının ne denli geniş olduğunu ve bunlardan nasıl kapsamlı bir şekilde yararlanılabileceğini çok iyi bilir. Fotoğrafçı Helmar Lerski’nin çektiği sayısız fotoğrafara, filmlere bir göz atılacak olsa aynı yüzün çeşitli çekimlerle ne gibi değişikliklere uğrayabileceği hemen görülecektir. Lerski’nin (internetten incelenebilir) portrelerinden yola çıkacak olursak portre karakterler fotoğrafçının zihnindeki imgelemlerin (hayal gücünün) bir yansıması olarak düşünülebilir. Bu bağlamda, fotoğrafarda yer alan karakter portreler bizlere oldukça zengin öyküler sunar. Günümüzde görsel imgeler sözcüklerden daha etkili olabilmektedir.

Algı Yanılmaları ve Görsel Yanılsama

Algıladığımız an ya da durum ile gerçek durum arasındaki farklılıklara, değişkenliklere algı yanılsaması denir. Bu durum bir çeşit optik illüzyon olarak da bilinir. Mevcut nesnel gerçekliğin fiziksel değerlerle ya da ölçümlerle örtüşmeyen, farklı algılanan durumlarıdır. Bazı insanlar “ben görmediğime, duymadığıma asla inanmam!” derler. O zaman şu soru akla geliyor, “acaba duyduklarımız gördüklerimiz ne kadar doğru ya da güvenli?” . Bu bakımdan algı yanılmalarına, algılama sistemimizin hata yapmaya oldukça müsait olduğu ve kusursuz olmadığı gerçeğinden bakılmalıdır. Çünkü insanlar her durumda dış dünyayı olduğu gibi algılayamaz. Bu bakımdan dış dünyadan edinilen algıların bazıları doğru olmayabilir.

Bir şekli ya da nesneyi gerçekte olduğundan farklı olarak algılamamız, o şeklin ya da nesnenin içinde bulunduğu algısal ortamla yakın ilişkilidir. Bunun yanında alışkanlıklarımız, korkularımız, isteklerimiz gibi birçok neden, duyu organlarımızın yanılmalarına ve algılarımızın hatalı olmasına yol açar. İnsan organizmasına bağlı nedenler dışında eşyanın fiziki ya da geometrik özellikleri de algı yanılmalarına neden olur. Aslında algı yanılmaları sadece fiziksel olguları kapsamaz. İnsanlar arasındaki iletişim ve etkileşim durumlarında da algı yanılsamaları görülebilir. Örneğin bir kişi kendisine karşı söylenen bir cümleyi farklı algılayıp yorumlayabilir. Bu da bir yanılsamadır. Yani insan davranışları, algılama durumlarına göre değişkenlik arz edebilir. Bu bakımdan bazı algı yanılsamaları bulundukları fiziksel koşullara ya da psikolojik durumlara göre değişkenlik gösterir. Örneğin çay bardağı içindeki çay kaşığının kırık görülmesi fiziksel bir yanılsama, karanlıkta yerdeki ipin yılan olarak görülmesi psikolojik bir yanılsamadır. Görme sorunlarından biri, beynin gelen görsel bilgiyi önceden yerleşmiş kavram ya da inançlara göre değiştirmeye çalışmasıdır. Önemli parçaları (yani anahtar bilgi sağlayanlar) veya daha büyük olduğunu ya da daha büyük olması gerektiğini düşündüğümüz parçaları olduklarından daha büyük görürüz. Buna karşın önemsiz olan parçaları, daha küçük olduğunu ya da daha küçük olması gerektiğini düşündüğümüz parçaları ise olduklarından daha küçük görürüz. Bizim nesneleri algılamamız gözle gördüğümüz nesnelerin daha sabit ve dengeli oluşlarından kaynaklanmaktadır. Bu nesneler, göz hareketimiz, başımızın pozisyonu ve ışığın geliş açısıyla değişir. Bu durumda bizim hareketlerimizle nesne değişiyormuş gibi görünebilir. Nesnelere bakış açımız da nesneleri görüşümüzü etkiler. Burada nesnelerin görülmesinde aslında etkin olan boyut şekil, ışık ve renktir.

Resim sanatına özgü bir terim olan yanılsama, resimsel yapıtta yer alan betilerin gerçek dünyadaki nesne ve gerçeklikler olarak tanınabilmesi anlamına gelir. Yanılsama gerçekliğin sanat yapıtında “yeniden üretilmesi” demektir ve çoğunlukla üç boyutlu olan gerçek varlıkların iki boyutlu bir yüzey üzerinde betimlenebilmesini sağlar. Bu amaçla perspektif, ışık-gölge ve modle gibi yanılsama teknikleri kullanılır. Resim sanatında bir yanılsamadan söz edildiğinde, doğal olarak birçok insan hemen betimlemeci sanat örneklerini getirir aklına. Bu önyargı, şimdiye kadar yanılsama ve betimleme sorunlarının her zaman birlikte ele alınmasıyla bağlantılıdır. Oysa soyut şekillerle de aldatılabilir insan algısı. Örneğin, düz bir yüzeye çektiğimiz uzunca bir yatay çizginin üzerine onu kesecek bir şekilde çizdiğimiz ikinci bir çizgiden sonra, o yassı yüzeyde hemen bir derinlik hissine kapılırız. Hele bir de ikinci çizgi birincisinden daha kalın ve koyuysa bu etki iyice artar. Aslında bildiğimiz figüratif resmin zihnimizde yer etmiş kodlarının derhâl bilinç düzeyine çağrılmasından başka bir şey değildir bu. Yatay çizgi yeryüzünün, onu kesen dikey çizgiyse ağaç ya da diğer figürlerin zihnimizdeki soyutlamalarıdır.

Yine, diyelim ki bir küre çiziminin bir küre gibi algılanmasını sağlayan şey çizgilerin yönleri, şekilleri ve tonlarıdır. Algısal yanılsamanın estetiksel/ sanatsal nitelikler taşımasının görsel iletişim bakımından önemli bir pozisyonu vardır. Hatta bazen sanatçılar eserlerinde çeşitli metaforları kullanarak gerçeklikleri farklı algı boyutlarına taşıyabilirler. Bir diğer yanılsama renklerle ilgilidir. Bir gazete ya da dergi sayfasında, örneğin yeşil diye gördüğümüz alana bir mercekle bakarsak onun çok küçük sarı ve mavi noktacıklardan meydana geldiğini fark ederiz. Bir önceki bölümde de değindiğimiz gibi, örneğin ofset baskı tekniği gözün bu zaafından yararlanır. Demek ki gözlerimiz renkleri hangi koşulda olursa olsun saf olarak görebilecek kadar kusursuz olsaydı, renk dünyamız sadece üç renkle sınırlı kalacaktı. 1960’larda ortaya çıkan optik (gözsel), kısa adıyla ‘op’ sanatın ilk uygulayıcısı kabul edilen Macar sanatçı Victor Vasarely (1908-1997) ve ondan etkilenen bazı sanatçılar, gözün kusurlarından yararlanarak sanatlarını geliştirmişlerdir. Optik yanılsamanın estetiksel/sanatsal nitelikler taşımasının görsel iletişim son derece önemli bir etkisi vardır.

Normalde insan gözü nesneleri algılarken şekli ve zemini birbirinden ayırır. Bu özellik sonucu nesneler/objeler zeminin durumuna göre göze yansır, oysa zemin üzerinde aynı düzeyde ve düzlemde olmasına rağmen zeminden yükseliyormuş, öne doğru çıkıyormuş gibi bir etki bırakır.

Beynimize önceden yerleşmiş görsel bilgi ve kavramların inandıklarımıza göre değişkenlik göstermesi (görme yanılgıları) önemli bir algısal fenomen olarak karşımıza çıkar. Örneğin bir nesnenin önemli parçalarının daha büyük olduğunu veya büyük olması gerektiğini düşünebiliriz. Dolayısıyla bu düşünce ya da inancımızdan dolayı onları büyük olarak görürüz. Buna karşılık önemsiz olarak düşündüğümüz bazı parçaların ise daha küçük olduğunu ya da daha küçük olması gerektiğine ilişkin düşünce ve inançlarımızın üstün geldiğini görebiliriz. Nöronların sağladığı katkı, görme eylemini etkileyen farklı kategorilerin varlığına da işaret eder. Bazı psikologlar imgelere karşı olan görsel-algısal tepkilerimiz üzerinde çok sayıda araştırma yapmışlardır. Aslında doğru gördüğümüzü sandığımız bazı varlıkların göz ve beyin tarafından aşırı uyarılmalar neticesinde birer görsel yanılsama olduğunu söyleyebiliriz.

GÖRSEL İLETİŞİM VE GÖRSEL ÖGELER

İnsanlar çevrelerinde gerçekleşen uyarıcılara verdikleri tepkilerin hemen hemen tümünü görerek ve yaşayarak öğrenirler. Algılanan bu uyarıcılar insanın beynine kaydedilir. Beyin dünyayı anlamlandırma bağlamında kendi içinde bile belli bir sistem değildir. Hem nöronlar hem de modüller beyinde özel işlevler üstlenir. Birbirleriyle ve birbirlerinden bağımsız olarak birbirleriyle uyum içinde karmaşık biyokimyasal ve elektriksel ritimler aracılığıyla çalışır Resim 4.8. Beyin nöronlardan ve çeşitli destek hücrelerinden oluşmuştur. Nöron ise molekül düzeyinde karmaşık, genellikle oldukça tuhaf ve şekilsiz bir nesnedir. Nöronlar elektriksel işaretçilerdir. Gelen elektriksel ve kimyasal işaretlere hemen tepki göstererek hücre çaplarından kat kat uzun olan aksonları boyunca hızlı elektrokimyasal darbeler gönderir. Belirgin türleri olan nöronlardan korkunç sayıda vardır beyinde ve bunlar birbirleriyle karmaşık biçimlerde etkileşir. Bu karmaşık işletim sistemi içinde sonsuz sayıda değişik nesneyi görebilme yeteneğimiz bulunmaktadır. Nesnelerin farklı özellikleri (boyut, renk, biçim, dinamiklik v.b.) birden fazla görme bölgesinde işlendiğinden bir nesneyi görebilmek için çok sayıda nöronun katkı sağlaması gerekebilecektir.

Nörobiyologlar görselliğin büyük oranda ilk yılda, özellikle ilk 2-4 ayda daha fazla gelişmekle birlikte, 4-6. aylarda geliştiğini belirtmektedirler. Bu, daha önceki araştırmaların gösterdiğinden çok daha erken bir yaştır. Beyinde 30’dan fazla görsel alan (renk, hareket, renk tonu, derinlik vb.) bulunmaktadır. Hafıza alanına alınan uyaran tıpkı bir bilgisayarın yaptığı şekilde; önce işlenir, organize ve konsolide edilir, depolanır ve gerektiğinde tekrar kullanılmak üzere geri alınır. Tüm bu işlemlerin ortak ve koordine bir şekilde çalışması gerekir. Bu işlemlerin tümü beynin bilişsel fonksiyonları olarak adlandırılır. İnsan beyninin bilişsel fonksiyonları, insanın edindiği bilgileri sebep-sonuç ilişkisi içinde kullanabilmesini sağlar. İnsan sinir sistemi; lisan, okuma, yazma, ezberleme, hesaplayabilme, beste yapıp resim çizebilme bilişsel fonksiyonları için oldukça iyi organize olmuş yapılara sahiptir. Örneğin iğneye iplik geçirmek, düğme açıp kapamak, fiyonk yapmak, vida sökmek, telefon tuşlarına basmak, tenis ve basket topunu hedefe yöneltebilmek ve beyinde şekillenen sesi notalara, notaları piyano tuşlarına ve hayal gücünü fırça darbeleri ile tuvale aktarmak gibi.

Kimi insanlar belli bir görsel izlenimi, bu izlenim yitip gittikten çok sonraya değin görsel belleklerinde tutabilirler. Böylece gözlerini kapadıkları zaman bile görmüş olduklarının bir tür renkli fotoğrafını somutlaştırabilirler. Bir motifi belleğinde tutmak isteyen bir ressam için böyle bir yeteneğin çok yararlı olduğu açıktır; bu yetenek, ressama zamanının çoğunu görmekten çok resim yapmaya ayırma olanağını kazandırır. Gözlerle beyin arasında iki yönlü bir iletişim vardır. Bilgi gözlerden talamusa, oradan da görsel kortekse gidip gelmektedir. Bu geri bildirim, dikkatimizi düzenleyen mekanizmadır. Böylece dikkatimizi belirli bir nesneye, örneğin ders anlatan bir öğretmene ya da bir kitaba yoğunlaştırabiliyoruz. İlginç olan, korteksten geri bildirim olarak beynin dikkat merkezine gelen girdi sayısının retinadan gelen orijinal girdi sayısından altı kat daha fazla olmasıdır. Bu geri bildirimler, görsel yol boyunca bazı nöronları tetikler. Beynin sağ ve sol beyin küreleri’nin farklı işlevleri vardır. Örneğin sağ beyin (turuncu kısım) daha çok artistik duyular, yani resim, müzik, hayal gücü ve yaratıcılık gibi işlevleri yerine getirir. Sol beyin ise (mavi kısım) daha çok matematiksel-mantıksal düşüncenin merkezidir. Her ikisi de birbirini tamamlamakla birlikte zıt özellikler içerir. Çoğu insanda bu yarım kürelerden herhangi birisi daha baskındır.

Karmaşık bir yapıya sahip sistematik özellikleri içeren beynin yarım küreleri üzerine günümüzde birçok araştırma yapılmaktadır. Frederic Vester (1994), beyinler arasında iletişim ve etkileşime ilişkin (grup çalışmalarına yönelik) görüşlerini şu cümlelerle ifade eder. “Beyinler arasındaki iletişim ve etkileşim sonrasında ortaya çıkan yaratıcı süreçtir. Biyolojik bakış açısından, bir müzik grubunun birlikte bir parçayı yorumlamaları, aslında değişik beyinlerin, farklı çağrışım modellerinin birbirleriyle ilişkiye girmeleri anlamına gelir. Bu düşünce kalıplarının kesişmeleri, girişimleri, uyuşmaları ve karşı açılar yaratmaları, tek tek hepsinin ortaya koyabileceklerinden çok farklı bir sonucun, bir ürünün ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Gerçek bir grupta, herkes ortak sonucun en iyi olabilmesi için, birbiri ile yardımlaşır, konuşur, tartışır ve zayıfıkları aşmaya gayret eder.”

Howard Gardner, Çoklu Zekâ Kuramını savunan en önemli bilim adamıdır. Standart psikometrik araçlarla ölçülebilen tek bir zekâ olduğunu söyleyen geleneksel kuramı eleştiren Gardner, ilk kez 1983 yılında, her bireyin birbirinden farklı pek çok zekâsının olduğu ve bunların her birinin kendilerine özgü bir biçimde geliştiği ve çalıştığı tezini ortaya atmıştır. Gardner’in araştırmalarına göre insanoğlunun yedi zekâsı vardır. Her insanda bu zekâların tümü bulunur ancak insanların yetenek ve yaratıcılıkları büyük farklılıklar gösterir. Bir öğrencinin her zekâsının güçlü yanları ve zayııkları ayrı ayrı işlenerek daha başarılı olması sağlanabilir.

Görsel İletişim

Paleolitik Dönemde, (Yaklaşık İÖ 30 bin yıl evvel, yerleşik düzene geçmemiş ilk insanların/ primitilerin (Neandertal) mağara duvarlarına çizmiş oldukları resimler görsel yansımanın özgün örnekleri arasında yer almaktadır. Av resimlerinin tasvir edildiği bu çizimler beden dilinden sonra ilk iletişim dilinin habercisi olarak da görülebilmektedir. İnsanoğlunun yazıyı buluncaya kadar, en etkin kullandığı iletişim araçları arasında resimler, simgeler ve işaretler yer almaktadır. Primitiler imgeleri belirli formlara dönüştürerek simgeleştirirler. Sadeleştirilen bu ilk iletişim örnekleri görsel iletişime sunulan ilk katkılar olarak düşünülür.

İletişim kurmak için pek çok duyumuzdan faydalansak da öğrenme, eylem gibi davranışlarımızın temeli görsel iletişimle doğrudan ilişkilidir. Çevremizden gelen yansımaları görsel iletişim sistemleri içinde değerlendirir, çoğu zaman günlük yaşamımızda, alışverişte veya iş hayatımızda, görsel iletişim sayesinde eylem ve düşüncelerimizi yönlendiririz. Bu görsel tavır adeta insanın genlerinde vardır. Dolayısıyla insanın pek çok fizyolojik eyleminde olduğu gibi, görme ve işitme eylemleri sırasında veya bu eylemlerin içinde bulunduğu iletişim süreçleri sonucunda biyolojik yapısı da aktif hâle geçerek duruma göre bazen gözyaşı salgılamakta, bazen tiroid, adrenalin veya testesteron gibi hormonlar üretmektedir. Görme, işitme ve konuşma eylemleri, temasa dayalı dokunma duyusu iletişim süreçlerini destekler.

İletişim (communication), gönderici ve alıcı arasında gerçekleşen bir duygu, düşünce ya da davranış biçiminde gerçekleşen mekanik, elektronik ve duygusal/tinsel bağlantı olarak tanımlanabilir. Daha geniş bir tanımla iletişim bir düşüncenin bir başka düşünceyi etkilemesine yönelik tüm işlemleri kapsar. İletişim, insanın başka insanlarla paylaşmayı istediği veya paylaşmak zorunda olduğu her iletiyi içeren bir süreçtir. İletişim, insanların kişisel gereksinmelerinin sağlanmasında, diyalogların kurulmasında, kendini ifade etmesinde önemli bir araç olup gönderici ile alıcı arasında gerçekleşen bilgi, düşünce, davranış sirkülasyonu ve duygusal sirkülasyonun oluşum sürecidir. Örneğin kalabalık bir konser salonunda bazı insanlar sanatçıyı görebilmek için ya da onunla iletişim kurabilmek için kendilerine yer açmaya çalışırlar. Bu, görsel duyuların en üst düzeyde, en aktif ve en etkileşimli hâlidir. Bu durum hemen hemen tüm insanlarda doğal bir davranış olarak algılanmaktadır. Görsel iletişim, sembol ve işaretler aracılığıyla (görsel ögeler ile) insanlar arasında söze gerek duymaksızın gerçekleştirilen iletişim türüdür. Görsel iletişimin temelini oluşturan görme yeteneği algılamada önemli bir rol oynamaktadır. İnsanlar, iletişimin nasıl kurulması gerektiğini öğrenmek amacıyla yine iletişimden yararlanırlar. Kitap okuma ve eğitim buna iyi bir örnektir. Dolayısıyla iletişim bir faaliyettir. Sadece konuşmanın değil, konuşma ve işitme eylemlerinin bir arada bulunduğu yerde iletişimden söz edilebilir. Benzer bir biçimde; bir fotoğrafın iletişim süreci içinde ele alınabilmesi için, fotoğraf çekme ile fotoğraf izlemi eylemlerinin birlikte var olması gerekir.

Fotoğraf makinesinin icadı insanın yaşama bakışını, düşünce ve görüşlerini değiştirdi. Doğadaki görünen, algılan varlıklar, nesneler farklı bir anlamda, farklı bir bakış açısıyla değerlendirilmeye başlandı, estetik değerlere dönüşümde, iletişimde önemli adımlar atıldı. Eğitsel açıdan iletişim becerileri geliştirilebilen özelliklerdir, eğitim süreci önemli olmakla birlikte birçoğunda ulusal, çevresel faktörler etkilidir. Örneğin Avrupa eğitim sistemi içinde görsel okuryazarlık müfredat içinde önemli bir yere sahiptir. Müfredat içeriğinde yer alan kazanımlarda bireylerde eleştirel bakış ve düşünme becerilerini geliştirme önemli bir etken olarak düşünülmektedir. Ayrıca görsel okuryazarlık becerilerinin kazanılması, sürekli olarak karşılaştığımız geniş görüntü yelpazesinin anlamlı bir şekilde anlaşılması için önemlidir. Görsel iletişimde etkili olan görsel okuryazarlık, özellikle Batı dünyasında hızla gelişen, görselliğe vurgu yapan önemli bir iletişim argümanıdır. Bugün, görsel imaj günlük yaşantımızın her yerinde görülebilmektedir. Bu imajlar bireyin görsel iletişim becerisi, algılama gücü, beyin(sağ-sol beyin) fonksiyonları, bilişsel öğrenme yolları ve görsel öğrenme sürecini etkileyebilmektedir.

Görsellikte Semboller ve Sembollerin Gücü

Hepimiz sanatın duyusal ve estetik olarak çekici niteliklerinden zevk alabiliriz. Ayrıca hepimiz sanatın büyüleyici, haz verici, sarsıcı, bunaltıcı ve şok edici gücünü tecrübe etmişizdir. Ancak bir sanat eserinin yüzeyinin altında yatana bakmadıkça ve bu yolla neye bakmakta olduğumuzu anlamadıkça, göreceğiniz şey bir resmin ancak küçük bir kısmıdır. Zira sanat daha çok semboller yoluyla iletişime geçer ve her sembol başka bir şeyi temsil eder. Bazı sembollerin; örneğin renklerin ya da bazı kuş ve hayvanların temsil ettiği niteliklerin pek de açıklamaya ihtiyacı yoktur, zira bunlara içgüdüsel düzlemde tepki veririz. Hakikaten de psikanalist Sigmund Freud ve Carl Gustav Jung’un çığır açıcı çalışmaları ışığında biliyoruz ki insan zihni sembollerle düşünmek ve iletişim kurmak üzere donanmıştır ve sembollerin, özellikle de arketiplerin (ilk sembolik imgeler, sembolik örnekler) dili zaman ve uzamı aşar. Bu durum sembollerin kadim ve evrensel bir dil olduğunu kanıtlamaktadır. Psikanalistler ruhsal çözümleme yaparken simge üreten kaynağın zihin olduğunu ve düşlerin de simgelerle belirlendiklerini işaret etmektedirler. Bir tasarımda simge ve sembolleri kullanmak tasarımcının çok dikkatli düşünmesini gerektirir. Semboller etkili iletişim kurar. Çünkü bir ürün veya şirket için yapılan bir kimlik, logo veya markanın bir parçası olarak kullanımda tasarımcı kolayca paylaşılan kültürel normlardan yararlanır. Bazı semboller evrenseldir. Söcükler ise bir mesajı aktarmada çok farklı şekillerde kullanılabilir, mesajın kolayca anlaşılmasını sağlayabilir veya birçok farklı olası anlam sağlayabilir. Profesyonel tasarımcılar sayısız kaynaktan/ bilgi ve görselden esinlenirler.

Amblem, Logo ve Markanın birbirine karıştırılmaması gerekir. Amblem bir şirketin, ürünün, hizmetin veya oluşumun karakterini yansıtmak üzere tasarlanan grafik bir semboldür. Logo, bir kurumu yazınsal olarak tanımlar, yazı karakterlerini onun güçlü yönlerinin ve kültürünün göstergesi olacak şekilde stilize eder. Marka ise bir ürünü, hizmeti veya kurumu rakiplerinden ayrıştıran ve tanımlayan bir sembol, işarettir.

Ackerman ve arkadaşları (2012), görsellerin prokovatif, heyecan verici, ilgi çekici özellikleri itibariyle izleyicilerin eleştirel düşünme becerilerinin gelişimine, zihinsel imajları zihinsel olarak yeniden birleştirebilme ve bağlantı kurabilme yeteneklerinin geliştirilmesine katkı sağladığını ifade etmektedirler. Semboller, insanların iletişimini ve alımını kolaylaştırmak için cihazlarımız olduğu için tüm insan iletişimi ifadeleri için çok önemlidir. Semboller, piktogramlar, ikonik görseller; çağın gelişim ve değişimine göre kendini yenileyen/artıran/çeşitlendiren, kasıtlı haberleşme aracı olarak kullanılan önemli iletişim araçlarıdır.

Temel iletişim ögelerinden piktogram, hiyeroglif ve benzeri yazı sistemlerinde bir kavramın karşılığı olarak kullanılan resimsel öge olarak tanımlanır. Günümüzde en iyi örnek trafik işaretleridir. Yaşantımızda bazı kavramları basit sembollerle temsil eden işaretler, yönlendiriciler, bildirimler ve uyarılar (piktogramlar) son derece önemlidir. Bunların birçoğu evrensel karakterler taşır. Akılda kalıcı olması, kolay öğrenilip algılanması ve anlamlandırılabilmesi açısından yaşantımızı pratikleştirip kolaylaştırır. Daha çok kamusal alanlarda kullanılır. Örneğin trafikte, havaalanlarında, tehlikeli alanlarda, büyük marketlerde (AVM), ulaşım araçlarında ve eğitim kurumlarında sıkça görebiliriz. İnsanların algılama ve davranış biçimlerindeki ortak içgüdüsellik araştırıldığında birçok olay, durum, renk ve biçim karşısında aynı özellikleri gösterdikleri gözlemlenmiştir. Bundan hareketle, görsel bildirişim simgelerinin, gelecekteki ortak dil ve kültüre sahip olma umutlarına çözüm olabileceği söylenebilir. Günümüzde özellikle birçok ülke insanının bir araya geldiği olimpiyat oyunlarında evrensel ortak bir dil olarak görsel bildirişim simgelerinden etkin şekilde yararlanılmaktadır. Ancak hızla gelişen teknoloji ve her geçen gün yeni boyut lar kazanan insanlar arası ilişkiler, görsel bildirişim simgelerinin her yerde ve koşulda tüm insanlar tarafından doğru algılanması bakımından sistematik hâle getirilmesini zorunlu kılmıştır.

Özellikle kamusal alanda (havalimanı, sinema, alışveriş merkezleri, toplu taşıma ve ulaşım v.b.) yaşantımızı kolaylaştıran uyarıcı/yönlendirici sembollerle/piktogramlarla karşılaşırız. Çağın gelişimine (toplumsal ihtiyaçlara göre) göre bu piktogramların karakterlerinde değişkenlik, sayılarında da artış olabilir.

Göstergebilim (semiyoloji) imaj olgusunun anlaşılmasında, reklamların anlamlarının çözülmesinde ve tüketim tartışmalarına yön verilmesinde oldukça önemli bir yere sahiptir. Göstergebilim “göstergeleri inceleyen bilim dalı” olarak tanımlanabilir. Göstergebilim, insanların sözcüklerden, seslerden ve resimlerden nasıl anlam çıkardığına dair bir tarif ortaya koyar. Göstergebilim üç ‘sınıandırıcı’ olduğunu önerir. Bunlar; gösterge, sistem ve bağlamdır. Gösterge içeriği aracılığıyla bilgi verir, sistem göstergenin iş gördüğü düzendir (yol işaretlendirme sistemleri gibi) ve bağlam da göstergenin konumlandığı düzendir (hareketli makinelerin yanı gibi). Pek çok tasarım sembolik göndermeler veya çoklu bilgi katmanlarıyla iletişim kuran göstergeler barındırır. Gösterge güçlü bir iletişim aracıdır. Kolayca tanınabilir ve karmaşık kavramları basit bir dille aktarabilir. İmgeler farklı türde göstergeler barındırabilir. Göstergeler, göstergebilim, düz anlam ve bilişsel süreçler aracılığıyla anlam aktarır.

Görsel Düşünme

Düşünme zihnimizin doğal bir işlemidir. Doğumla başlar, sonraki yıllarda doğrudan veya dolaylı yollarla geliştirilir. Bazı insanlar düşünmeye yeterince önem vermez. Onu alışkanlık gereği sıradan bir faaliyet olarak yürütür. Bu tür düşünme kendi hâline bırakılmış, bir amaçtan uzak, yarım, eksik, basit düzeyde ve dağınık biçimde olmaktadır. Bazı insanlar ise düşünmekten ve zihnini yormaktan kaçınır. Bazı insanlar da düşünmeyi kendine özgü bir biçimde gerçekleştirir. Bu durumlar düşünme niteliğini etkilemektedir. Bilindiği gibi günlük hayatta yaşam kalitemiz, ürettiklerimiz ve çalışmalarımız düşüncelerimizin niteliği ile doğrudan ilişkilidir. Bir başka ifadeyle düşüncelerimizin niteliğinin bir göstergesi olmaktadır. Düşünce niteliğinin düşük olması yaşam kalitesini olumsuz etkiler. Niteliksiz düşünceler bireyin daha çok para ve zaman harcamasına neden olur. Oysa düşüncelerin nitelikli ve olağanüstü olması kişinin daha hızlı başarıya ulaşmasını sağlar. Nitelikli düşünce sistemli bir eğitime bağlı olarak gelişmektedir. Kısaca zihinsel gelişme, ilerleme ve zihinsel bağımsızlığa ulaşmanın yolu düşünme eğitiminden geçmektedir. Dolayısıyla görsel açıdan düşünmek, bireyin tasarımlarını niteliksel açıdan biçimlendirmesine yardımcı olur. Yani bir nesnenin ya da doğadaki varlıkların niteliklerine odaklanmalarını sağlamaktadır. Bireyler böylelikle neyi, nasıl-hangi özellikleri görmeleri gerektiğini öğrenirler.

Ünlü sürrealist (gerçeküstü) ressam Salvador Dali, görme eyleminin düşünmeye dayalı olduğunu ifade eder. Görsel düşünme süreçlerini harekete geçirmek için farklı görüşleri tartışmak, farklı görsel ögeler, tasarımlar üzerinde konuşmak, sorun çözmek, araştırmak, incelemek ve iş birliği yapmak, olgular/ nesneler arasında bağlantı kurma onların çabaları görsel düşünme becerilerini kolaylaştıran ve onların gelişimine olanak sağlayan argümanlar olarak düşünülebilir. Bu süreç aynı zamanda görsel algı, dil ve zihinsel sürecin gelişimine de olanak sağlayabilir. Bu durum günümüz eğitim sisteminde uygulanmakta olan yapılandırıcı yaklaşım ile de örtüşmektedir. Sanatta görsel düşünme süreci bir anlamda sanatı anlaşılır kılma faaliyetidir. Sanatsal düşünce becerisinin gelişimi için imgelere ihtiyacımız vardır. Çünkü imgeler düşünce akışını hızlandırır. Düşüncelerimizin, refleks hızında, mantıksal silsileler takip eden ve çoğunlukla farkında olamadığımız bir bilinç düzeyinde, güçlü telkinlerde bulunabilen süreçler olmalarının yanı sıra, sözel olmayan, yani resimsel nitelikleri de vardır. Düşüncelerimizin bu özelliği, doğuştan bu yana var olmasına, davranışlarımız üzerinde çok daha hızlı bir etki göstermesine rağmen, günlük yaşantımızda çok farkında olmadığımız bir özelliktir.

“Bir resim, bin kelimeye bedeldir” deyimi, düşüncelerimizin resimsel özelliğini çok açık bir şekilde dile getirmektedir. Beynimiz sadece, harf dediğimiz sembollerin bir araya gelip de oluşturduğu, sözel düşünceleri işleyen, kaba bir benzetme de olsa bir teyp değildir. Aynı zamanda bir film makinesidir de… Görsel algılamaya dayanan resimsel düşünme, duysal yani seslere ve seslerin semboller aracılığıyla sözel dile dönüşen düşünce türünden çok daha önce gelişir. Gelişimin başlarında, çoğunlukta resimsel nitelikte olan düşüncelere, daha sonraları sözel dil eklenir. Sessiz filmden sesli filme geçiş gibi. Kavramların anlamını belleğimize sadece sözel olarak kaydetmekle kalmaz, bir resim olarak da çekeriz. Hemen hemen her bir kavramın, resim olarak bir karşıtı olduğunu belirtmek abartılı olmayacaktır. Bireylerin farklı düşünce örüntülerine sahip olmasına yönelik düşünceler yeni değildir. Francis Galton, Inquiries into Human Faculty and Development adlı kitabında, bazı bireylerin canlı zihinsel resimler gördüğünü yazar ve diğerleri için “Fikirler zihinsel resimler olarak değil, olguların sembolleri olarak hissedilir. Düşük düzeyde resimsel imgeleme sahip bireyler, kahvaltı masalarını hatırlar ancak onu göremezler” diye ekler. Sanatı bir görsel düşünme biçimi olarak görmenin bir hayli tek tarafı bir bakış açısı olduğu ileri sürülebilir ve sanatın diğer başka işlevleri olduğu da iddia edilebilir. Örneğin sanat güzellik, mükemmellik, uyum ve düzen yaratır. Fantazyalardan doğan, ulaşılmaz olan, ilk bakışta görülmez olan şeyleri bize görünür kılar. Zevk ya da hoşnutsuzluğa ifade kazandırır. Burada biz, sanatın bu ileri sürülen işlevlerinden hiçbirini yadsımıyoruz. Fakat inanıyoruz ki sanatın bu işlevlerin tümünü ya da yalnızca birini bile yerine getirebilmesi için, büyük ölçüde bir görsel düşünme sürecine gereksinim vardır. Güzelliğin yaratılması seçme ve düzenleme sorunlarını ortaya koyar. Benzer şekilde, bir nesneyi görünür kılmak için de o nesneye özgü en temel özellikleri kavramak gerekir. Hiçbir sanatçı yapmakta olduğu sanat yapıtının ait olduğu şeyin karakter yapısını imgenin elverdiği koşullar içinde işlemeden, ne bir manzara resmi ne de bir heykel yapmayı ümit edebilir.

Görsel Kültür

Tarih boyunca insanlar duygu ve düşüncelerini ifade için çok çeşitli yollara başvurmuşlardır. Amaca ulaşmak için farklı teknik ve yöntemler uygulayarak sanatı en önemli etkileşim ve iletişim aracı olarak kullanmışlardır. Toplum, insanların yaşamlarını sürdürmek, temel gereksinimlerini karşılamak amacıyla bir araya gelmeleri ve yaşama biçimlerinden kaynaklanan ortak kültürü paylaşmaları sonucu oluşur. Dolayısıyla kültür, toplumun yüzlerce, binlerce yıldan beri oluşturduğu ortak amaçların, beklentilerin, değerlerin, inançların, duygu ve düşüncelerin, ortak davranış kalıplarının depolandığı, saklandığı soyut bir kavram olup, toplumsal bellek olarak kabul edilir. Toplumun içine giren, toplumda yaşamını sürdüren insan, toplumsal bellekte bulunan davranış kalıplarını kullanarak iletişim kurmak ve sürdürmek zorundadır. Genel anlamda kültür, entelektüel çabaların bir sonucudur, aydın olmanın önemli gerekleri arasında yer alır. Görsel, sanatsal/estetik kültür, genel kültür kavramının olmazsa olmazıdır. Görsel kültür ise sanat yoluyla iletişimi ve diğer görsel fenomenleri kavramlaştırmanın yeni bir yoludur, kişisel yaşam biçiminin artistik yordanmasıdır.

Birçok insan, yaşamında çok çeşitli sanat ürünleriyle karşılaşır ve bu ürünleri anlama, yorumlama konusunda bir ihtiyaç hisseder. Görsel kültür gündelik yaşam, iletişim, etkileşim biçimleri sonucunda, bireyin görsel algı, estetik bilgi, yorum ve yargı becerisini de içine alan fenomenleri kapsar. Bu fenomenler, özellikle sanat ve iletişim olmak üzere tüm artistik öğrenme ve estetik etki alanlarında anahtar bir kavram hâline dönüşmüştür. Ancak bazen estetik bir kaygıyla üretilmemiş, örneğin endüstriyel tasarım ürünlerinin işlevsellik özelliği estetik değerinin üzerinde olabilir. Yani, bazı tasarım ürünleri her zaman güzel olmaları hedefenerek üretilmiş şeyler olmamalarına rağmen nihayetinde görsel olarak algılanabilen, görülebilen ve estetik değer taşıyan her şeyi görsel kültür kapsamı içinde değerlendirmek daha uygun bir tanımdır. Görsel kültür, görsel uygulamaları, imgeleri ve olayları çevreleyen durumları yansıtma sürecine karşılık gelir. Bu kavram özellikle çeşitli yaşam biçimleri, sanat ve iletişim olmak üzere (çağımızda insanları etkilemek için kullanılan görsel ögeler, müzelerdeki yapıtlardan afişlere, filmler ve tasarlanan nesnelere değin her türlü görsel malzeme) görsellikle ilgilenen tüm araştırma alanlarında anahtar bir yapı olmuştur.

Çağdaş dünyada bireyin sanatsal üretimi, yaygın entelektüel-görsel kültürün bir sonucudur. Çağımızda insanları etkilemek için kullanılan görsel ögeler, çeşitli teknolojik ürünlerden medya-yazılı ve görsel basına, müzelerdeki yapıtlardan afişlere, filmlerden, tasarlanan nesnelere değin her türlü görsel malzemeyi kapsamaktadır. Görsel sanatlara ilişkin tüm bu olgular, değişik kültürlere sahip toplulukların yarattıkları görsel kültür değerlerinin tümünü içermektedir. Bu kültürel değerler-farklılıklar, görsel sanatların etkisiyle daha da belirgin bir hâle gelmiştir. Sosyal yaşamın kaçınılmaz bir parçası olan görsel imgeler ve artistik düşünme dili insanların sanata bakış açılarını etkilemekte ve belirlemektedir. Dolayısıyla bu durum toplumlarda bireylerde kültürel bir gösterge hâline dönüşmekte, görsel sanatlarda önemli bir eleştiri (yargı) konusu hâline gelmektedir. Özellikle güzel sanatlar alanında en etkili kavram olan görsel kültür, görsel okuryazarlık ile ilgili önemli bir sosyal süreçtir. Görsel kültür, bireylerin gündelik yaşantılarının bir parçasıdır ve bireyler yaşantılarındaki görsel çeşitlilikler yoluyla hayata ilişkin sembolleri algılarlar. Çünkü semboller, daha önceden öğrenilmiş görsel, im ve bilgilerle ilgilidir, diğerleri tarafından daha önce ortaya çıkarılmış sembollerin üzerine yeni özgün semboller yaratılarak tamamlanır. Bu süreç içinde “Görsel Kültür Kültürlü” kavramlarının hatları ortaya çıkar. İlk defa karşılaşılan sanatsal bir konu hakkında yorum yapılabilmesi için o konu hakkında birtakım sembollerin o kişi tarafından daha önceden kullanılmış olması gerekir. Karşılıklı olarak söylem veya görsel imlere dayanan süreç önemli, kültürel bir olgudur.

Örneğin: hiç resimle uğraşmayan ya da anlamayan birine “Ben ressamım” diye kendinizi tanıtırsanız, o da size, “Benim resmimi yapabilir misiniz?” der. Veya biraz sanata karşı ilgi duyan birine aynı şekilde yaklaşırsanız “Manzara mı, yoksa natürmort mu çalışıyorsunuz?”. ya da “Picasso gibi mi resim yapıyorsunuz?” diyebilir. Biraz daha sanatla ilgilenen biri ile karşılaşıldığında, “Figüratif mi, yoksa soyut mu çalışıyorsunuz?” diyebilir. Bu basit örnekler bize bir ölçüde bireylerin görsel kültüre ilişkin düzeyleri ve artistik kimlikleri hakkında bir fikir verebilmektedir. Bireyin görsel kültürünün gelişimi tek bir uzmanlık alanının dışında bir şeydir. Sanat tarihi, plastik sanatlar, sahne sanatları, müzik, edebî sanatlar, grafik sanatları, piktogramlar/görsel iletişim ögeleri, günümüz modern, çağdaş sanatlar ve anlayışları, kritikleri görsel kültür alanına giren önemli olgulardır. Bu alanlara ilişkin entelektüel bilgi ve deneyimlerde bulunmak görsel kültürün önemli ölçütlerinden biridir. Örneğin bir sanat eserine baktığımız zaman onun teknik ve içeriği hakkında bilgilenme, eseri nasıl yorumlayabileceğimize ilişkin estetik kültüre sahip olma sanatsal ufuk zenginliğinin bir göstergesidir. Bazen sözcüklerin yetersiz kaldığı anlamlandırma ve ifade becerilerinde görsel kültür zenginliği önemli bir araç olarak düşünülebilir. Görsel kültürün getirmiş olduğu çeşitlilik ve zenginlik, insanlarda “popüler olan – popüler olmayan”, “değerli olan-değersiz olan” kavramlarını birbirinden ayıran bir estetik kültüre sahip olması sorununu da beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla buradan “görsel okuryazarlık” ve “medya okuryazarlığı” söylemlerinin kültürel karşılıklarına da bir göz atma gereği hissedilmektedir. Görsel okuryazarlık görsel kültür kavramına bağlı olarak sosyal ve kültürel bir deneyimin sonucudur. Benoit’e (2015) göre görsel okuryazarlık tüm kültürlerin ayrılmaz bir parçası, gerekli bir bilgi aktivitesidir: İnsanlar tüm bilgi kaynakları ile etkileşimde bulunurlar. Bu bakımdan görsel iletişim, sözlü iletişim ile paralellik gösterir.

Görsel okuryazarlık sanatsal, disiplinler arası bir nitelik taşır. Görsel okuryazarlık görüntüleri, imleri (medya ögeleri, resimler, mesajlar, grafikler ve çeşitli uyarıcılar) algılama, ayrımsama, yorumlama, tasarlama ve bunları sunabilme becerilerini kapsar. Günümüzde görsel okuryazarlık kavramı içinde yer alan ögeler genel olarak tablolar, grafikler, fotoğraflar, ikonik resimler, semboller, digital görseller, çizelgeler, video ve diğer medya tasarımları gibi bir çok imajları içinde barındıran önemli temsillerdir. Avgerinou (1997), görsel okuryazarlığı bireyin başkaları ile kasıtlı olarak iletişim kurması için görselleri anlama ve kullanma olanağı sağlayan bir beceri grubu olarak tanımlamaktadır. Görsel okuryazarlık, sanatın varlık nedenlerini oluşturan sanatsal elemanları, temel kavramları, sanatsal ilişkileri ve ilkeleri sorgulayan kültürel bir eylemdir. Aynı zamanda düşüncelerin daha belirginleşmesi, kullanım amacına hizmet etmesi bağlamında önemli bir beceri alanıdır. Görsel okuryazarlık aynı zamanda kelimeleri ve görselleri, imgeleri kullanma; mesajlar, geribildirimler üretme biçimidir. Kamusal alanlarda, tıp ve matematik alanlarında sayısal veya sayısal olmayan görsellerin sıkça kullanıldığını görebiliriz.

Görsel okuryazarlık, becerisi birçok insanın görerek ve aynı zamanda diğer duyusal deneyimleri yaşayıp bu deneyimleri bütünleştirerek gelişebileceği bir yeterliliğine işaret eder. Bu görsel ve bilişsel yetkinliklerin gelişimi normal insan öğreniminin temelidir. Bu özellikler geliştirildiğinde bireylerin çevrelerinde karşılaştıkları nesneleri, sembolleri/ imajları, eylemleri daha hızlı yorumlamalarına, kavramalarına ve algılamalarına olanak sağlar. Görsel okuryazarlık becerisi günümüzde önemli sosyal kazanımlar arasında yer almaktadır. Görsel medyayı kullanma, analiz etme, yorumlama, değerlendirme, kullanma ve yeniden yapılandırmaya yönelik bir dizi organize edilmiş, entelektüel yeteneğin gelişimine katkı sağlar. Etik, yasal, sosyal ve ekonomik konuları betimleyen sözel, görsel farkındalıklar gelişir. Görsellere karşı duygusal ve estetik reaksiyonlar gelişebilir.

Medya okuryazarlığı, kitle iletişim araçlarını referans alır. Günümüzde insanların görsel iletişim aygıtlarının hâkim olduğu (televizyon, video, sinema, fotoğraf, reklamlar, internet, akıllı tahta, akıllı telefonlar ve tabletler) medyatik aygıtların bir parçası hâline dönüştüğünü görebiliyoruz. İnsanlar artık kitap okuma ya da bir konu hakkında bilgi edinme zahmetine katlanmaktansa bu ihtiyacını çeşitli görsellerle giderebilmektedir. Söz konusu olan görsel aygıtlar düşünceyi daha belirgin, aktif kılabilmekte, etkileşim ve iletişimi güçlendirmektedir. Çünkü medya, insanların birbirleriyle sınırsız iletişim ve etkileşim olanaklarını sağlayan, dünyayı nasıl algılayacağımızı, davranış biçimlerimizi ve yaşam örüntülerimizi etkileyip yönlendiren, sanal imgeler yaratıp mesajlar veren, sanatın olanaklarını ve sınırlarını zorlayan, kullanan önemli teknolojik bir harekettir. Bugün ülkemizde medya okuryazarlığı dersi Millî Eğitim programlarında yer almaktadır.

Görsellikte Mecaz, Mizah ve Sezgi

Sanatta karşılaştırma, mecaz, espri, abartma, değer (insanileşme-hümanisma) ve artistik metaforlar sanatın varlık nedenlerindendir. İmgesel bilginin en önemli enstrümanlarıdır.

Mecaz, başka bir şeye benzerliği vurgulamak amacıyla özellikle gerçek anlamından farklı kullanılan şeye denir. Görsel mecaz, tasarımın bütününde öznel ipuçları veya göndermeler ortaya koymasına olanak verir ve bu, mecazın temelini oluşturabilir. Mecazın bir toplumda anlaşılması, ortak kültür ve bilgi birikiminin bulunmasını gerektirir. Örneğin bir yazar kitabında; bir kişiyi toplumsal açıdan benimsenmeyecek karakterde “O bir yılandır. O bir şeytandır” şeklinde tanımlayabilir. Oysa bu ifade biçimleri bizi şaşırtmaz çünkü biz biliriz ki itham edilen kişi ne bir yılandır ne de bir şeytandır. Mecazi anlamda bir tanımlama yapılmıştır. Yazar bu tanımlamada imgesel düşüncenin mantığından yola çıkmıştır. Bu konuyu İnci San’ın doktora tezindeki (1974) bir örnek ile pekiştirecek olursak mecaz kavramının çocuk resimleri üzerindeki yansımasını daha iyi anlamış oluruz. “…..Çocuk, tüm çocukların aslında en iyi bildikleri ve en iyi hissettikleri konulardan olan anne-babasını çizmiştir. Birinci sınıfta olan çocuğa göre babası çok büyük bir adamdır. Bu büyüklük çocuğun göz düzeyinden yukarı doğru görünen büyüklüktür ve öyle çizilmiştir. Anne de hemen hemen aynı büyüklüktedir. Bu kavram ve duyuları vermek için çocuğun kullandığı simgeler çok ilginçtir. Anne, yarıdan aşağıya, boyundan etek ucuna kadar küçük ve sık düğmeleri olan bir elbise giymiştir. Bu düğmeler, figürdeki yükseklik duygusunu vermek için bulunup kullanılmış İmge-sembollerdir. Babanın sert bir sakalı vardır. Bu da bir başka imge-semboldür; annenin düğmeleri gibi bu da aslında bir mecaz anlamındadır. Kendisini öptüğünde yanağına batan babasının sakalları hakkında geliştirilmiş imge-sembolden bir mecazi ifade doğmuştur.”

Mizah, yaratıcılığın varlık sebeplerindendir. Yıldırım’a göre (1998) mizah temelde ‘mevcut’ kavram veya olayların ‘normal olmayan’ biçimde yorumlanması veya sonuca bağlanmasıdır. Örneğin fıkraların bir yerinde ‘normal mantık çizgisi’ kırılır, olay umulmadık şekilde sonuçlanır ve bizi güldürür. Yani mizah, aslında mantık kurallarının çiğnenmesine dayanır. Yaratıcı düşünce de benzer bir yol izleyerek ortaya çıkar. Nitekim mizahta mantık aramadığımız gibi yaratıcılıkta da mantık olması gerekmez. Dolayısıyla birçok artistik, yaratıcı tasarım süreçlerinde mizah ve espri ögelerine rastlarız. Örneğin bazı resimler karikatürize edilerek bir çeşit görsel iletişimi kolaylaştırıcı, zenginleştirici esprili figürler kullanabilirler. Görsel anlatıma espri katmak beyinden çok, yürekten gelen bir davranıştır; doğru bir espri kahkahaya boğmak yerine sessiz bir gülümseme yaratır ki bu çok daha derindedir ve iz bırakır. Gerçek bir mizah anlayışı, sorunu çok daha ciddiye almak demektir. Tasarımda yer alan bir espri unsuru aynı zamanda bir güven, iyi niyet ve dostluk atmosferi de yaratır.

Sezgiler ise bireyin mecaz ve espri duygusunun gelişiminde önemli bir etkendir. Çünkü birçok insan dışarıdan gelen yabancı, tanımlanmamış bilgi ve bulgular karşısında sezgilerini kullanır, gerçeği her zaman akıl yoluyla değil sezgilerini kullanarak da bulabilir, keşfedebilir. Bu bakımdan gerçeklere ulaşmada sezgilerimizin büyük payı vardır. Sezgi, derin (analitik) düşünceye girmeden anlık, kavrayışlar, dolaysız kavrama becerileri olarak ifade edilebilir. Sezgiler, bazen bildiklerimiz ve inandıklarımızdan daha etkili olabilmektedir. Sezgi, algı kavramı ile karıştırılmamalıdır. Arnheim’e göre (2007) sezgisel düşünce bir araca bağımlı olmadan, mantıksal bir ön hazırlığa girmeden, anlık parlak düşünceler ve ani kavrayışlar, dolaysız kavrama yetileridir. Bu tür sezgisel kavramalar, algılayış biçimimiz bazen inandıklarımızdan daha etkili olabilmektedir. Keşfetmek ve açıklamak algılanabilir modelleri gerektirir. Sezgi, keşfetmenin ön koşullarından biri olarak düşünülebilir. Sezgide ne görülen vardır ne de duyulan…Sanat psikolojisi bağlamında algı, olan bir durumun özgün niteliklerini, herhangi bir kimsenin ilk ilişkide bulamayabileceği niteliklerini yakalayabilmektir. Oysa sezgi (sezi), olmayan ama olabilecek bir durumun adeta hissedilmesi, keşfedilmesidir. Örneğin, bir bayanın terzi olmadığı ve, dikiş dikmesini bile bilmedikleri hâlde, bir dükkânın vitrininde gördüğü kumaştan, “şöyle bir model yaptırırsam bu kumaş bana yaraşır” diyebilmesi ve yaptırdığında da elbisenin gerçekten yaraşmasıdır sezgi. Ya da bir kimsenin iki saatlik bir film üretebileceğini kestirmesi ve bu filmi başarabilmesidir sezgi.

Görsel Tasarım

Tasarım tekrarlanan bir önceki düşünce ve eskizler üzerinde kurgulanan bir süreçtir. Bu düşünce evreleri imgelem (hayal etme), tanımlama, araştırma ve inceleme, örnek oluşturma, seçim yapma, analiz etme ve yapılandırma (oluşturma) gibi yaratıcı süreçlerden geçer. Tasarım süreci çözüm odaklıdır. Farklı düşünce ve görüş merkezli çözümler üzerinde yoğunlaşılır. Tasarımda yaratıcılık süreci, duygu ve düşüncelerin tasarım gereçlerini kullanarak dengeli bir şekilde biçimlendirme eylemidir. Çünkü tasarımda yaratıcılık, estetik problemlerin çözüldüğü, özgünlük, farklılık ve alışılmışın dışında etkileyici bir biçimin oluşturulmasıdır. Tasarım kavramını sadece kelime anlamı içine hapsederek tanımlamak doğru değildir. Tasarım hiçbir zaman bir kalıp, bir model ya da süsleme yapmak olarak değerlendirilmemelidir. Çevremizde üretim amaçlı her fiziki olgunun başlangıcında tasarım etkinliği vardır. Tasarım için gerekli ortamın oluşturulması ve tasarımı düşünülecek şeyin iyi organize edilmiş olması gerekir. Temel tasarım görsel algı, görsel iletişim, görsel düşünme ve görsel kültür üzerinde yükselen önemli grafiksel, artistik faaliyetlerdir. Temel tasarım eğitim sisteminde grafik tasarımının başlangıç düzeyidir, sanatsal elemanlar arasındaki bağlantıyı, kompozisyon elemanlarını amaçlı bir düzen içinde kurgulamak için yapılan çalışmalardır. Özellikle problem çözme, özgün yaratıcı bir çalışmanın gerçekleşmesindeki eskiz ve planların hazırlıklarının yapılmasına yönelik sanatsal teknik, grafiksel faaliyetleri içeren organize bir süreci kapsar.

Grafik tasarımı günümüzde önemli bir görsel iletişim sanatıdır. Sanatta grafik, görsel olarak algılanan varlıkların – nesnelerin görüntü, renk ve şekillerle yansıtılması olayıdır. Grafikle, iletişim araçları ise görsel iletişimin bir formu olarak görsel öğrenmeye katkı yapar. Bu konuların ötesinde görsel ve sözel ilişkilerin oluşması önemlidir. Nokta, çizgi, şekil form, boşluk, öz yapı, ışık, renk ve hareket gibi faktörler tasarımın temel ögeleri arasında yer alır. Tasarım ilkeleri içinde sadelik, açıklık, ışık, denge, düzenlilik, organize etme, etkileme düzeni, okunabilirlik, parçaların yerleştirilmesi, ilişkilere bakış, görüş noktası ve görsel çerçeve oluşturma gibi unsurları ele alabiliriz. Can ve arkadaşlarına (2006) göre günlük yaşamımızda hemen hemen her zaman duyduğumuz uygulamalı tasarım dallarını üç ana başlık altında toplamak mümkündür. Bunlar:

  • Endüstriyel Tasarım,
  • Çevre Tasarımı,
  • Grafik Tasarım.

Yaratıcı olabilmenin koşulu ya da kuralı, çok yönlü bir temel sanat/tasarım eğitimi programından geçer. Sanat ürününün plastik ögelerinin irdelenmesi, bu ögelerin tanımlanmalarıyla olasıdır. Sanatçının öznel yapısının dışında, sanat ürününü oluşturan veya ürünün sanatsal bir nitelik taşımasında etkili ve önemli olan bazı unsurlar vardır ki bunlar ürünlerin tanımlanmasında, sınıandırılmasında önemli rol oynamaktadır. Bu bakımdan hiçbir sanat yapıtı rasgele oluşmaz. Belirli konu ve düşüncelerden yola çıkan sanatçı, kendi anlatım diline, yöntemine-tekniğine uygun düşen ögeleri seçerek yapıtını oluşturur.

Form, biçim ve şekil birbiriyle çokça karıştırılan kavramlardır. Form ve biçim sanatsal anlamda kullanıldığında hemen hemen aynı anlama gelmektedir. Form, (en-boy-yükseklik) üç boyutlu bir nesnenin doğal yapısını, varlığını tanımlar. Bir sanat eserinin yapı bakımından kuruluşudur. Bir diğer anlamda sanat yapıtının biçim, çizgi, renk, leke ve dokudan oluşan son hâli olup tüm bu ve bunun dışındaki nitelikleri organize eden son durumdur. Ya da bir objenin nesnenin görsel veya dokunsal olarak algılanan bir gerçekliği olarak da tanımlanabilir. Oran ise nesneler arasındaki nicelik farklarını veya derece ile büyüklük, küçüklük, yükseklik ve genişlik gibi bağıntıları ifade eder. Tasarımda renk son derece etkili bir iletişim aracıdır çünkü dikkat çekebilir ve bazı şeylerin öne çıkmasını ve daha çekici görünmesini sağlayabilir. Rengin ustaca ve idareli kullanımı tasarımı geliştirir ve bir iletişim çalışmasında etkileyiciliği artırmak için tam ihtiyaç olan yerde vurgu sağlar. Rengin iletişim gücü sadece metnin bazı bölümlerini vurgulamaktan çok daha öteye gider; renkler aynı zamanda sembolik kültürel anlamlar da taşır. Renk, tasarımcıların hedef kitleyle daha iyi bağlantı kurmasına olanak sağlar.

Simge yazıdan önce gelir. İnsan yazıyı bulmadan önce yaşamı simgelerle anlatmaya çalışmıştır. Doğadaki varlıkları, insanları, hayvanları nasıl bir simgeyle ifade edeceğini düşündü, onları tasarladı. Çağlar boyunca süren bu ilk işaretler ve bu alanda kazanılan deneyimler (etkileşim ve iletişim) sonucunda harferi oluşturan ilk şekiller ortaya çıkmıştır. Bu değişimin son şekli ise yazı olmuştur. Gerçekte hiçbir sanat ayna değildir, hiçbir sanat şeyleri doğrudan doğruya ortaya koymaz. Biz ritmik-simgesel yapıdan giderek gerçekliğin özüne ulaşırız ya da yapıtın anlamına gireriz. Uzam ve zaman koşullarında var olmuş olan ritm ve simge yapıtı anlamlı ya da anlatımcı kılan iki ögedir. Her ikisini de sanatçı iç duyumla kendi ben’inden (kimliğinden) ve dış duyumla dünyadan süzmüştür ya da derlemiştir. Her ikisine de özel olarak ya da özel koşullar altında düşünülmüş dış dünyanın bir ürünü, onlardan böylece elde edilen ögelerin bir bileşimi diyebiliriz. Her ikisinde de gerçeklik dönüştürülerek özel bir anlatım sağlayacak biçime sokulmuştur. Bu dönüştürme her şeyden önce bir dil yaratmaktır, sanatçının kendi dilini, kendi anlatım olanaklarını yaratmasıdır. Bu dönüştürmede karmaşık ben ve karmaşık dünya belli bir fikir çerçevesinde yalın bir biçimde anlatılır duruma girer. Buna göre en yüksek anlatım düzeyi sanatta gerçekleşir ve en yüksek anlatımı ritmin belirleyiciliğinde simge sağlar. Her sanat yapıtı zorunlu olarak simgesel olmasa da zorunlu olarak ritmiktir. Simge sanatsal anlatımın bir koşulu, ritim insan yaşamının bir koşuludur. Bergson şöyle der: “Müziksel seslerin bizi doğanın seslerinden daha güçlü biçimde etkilemesi şuradan gelir: doğa duyguları açıklamakta sınırlı kalırken müzik bize bu duyguları açıklamaktadır. Şiirin çekiciliği nereden gelir? Şair öyle bir kişidir ki onda duygular imgelere, imgeler de kendilerini açıklayacak ritme, uygun sözlere dönüşür. Bu imgelerin gözümüzün önünden geçtiğini görerek onun duygusal eş değeri diyebileceğimiz duyguyu duyarız. Ama bu imgeler ritmin düzenli devinimleri olmadan gerçekleşemez. Sallanmış ve uyumuş ruhumuz düşünmek ve şair ile birlikte görmek için ritimle kendini unutur.

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.