Şu Acayip Ağaçlar Özet
Şu Acayip Ağaçlar Özet

Şu Acayip Ağaçlar Özet
Şu Acayip Ağaçlar Sunuş
Kitap fuarlarında yanıma gelen birtakım hanımefendiler ve beyefendiler, “Biz sizin kitaplarınızla büyüdük!” dediklerinde, önce bir şaşırıyorum. İçimden, “Hangi ara büyüdünüz ya?” demek geliyor. Fakat, ilk Acayip Şeyler kitabı ŞU ACAYİP HAYVANLAR’ın üzerinden on sene geçtiğini düşününce, şaşırmak için bir sebep olmadığını anlıyorum. Çünkü ilk kitabı okuduğunda dokuz yaşında olanlar, bugün on dokuz yaşındalar!
Evet eski okuyucularım büyüdüler, genç oldular. Aralarında hâlâ daha yeni çıkan kitaplarımı almaya devam edip keyifle okuyanlar var.
Evet zaman geçiyor. Acayip Şeyler dizisinin kitapları çoğalıyor. Ve dizinin ilk kitabı çıktığında, henüz bir incir ağacının yapraklarındaki kloroplastlar tarafından fotosentez ile pişirilen bir karbonhidrat molekülü olanlar da, büyüyüp Acayip Şeyler okumaya başlıyor!
Ya da bir portakal ağacının… Tabii bir elma ağacı da olabilir… Mis kokulu bir ıhlamur da… Veya nar veya ayva…
Hanımefendiler, beyefendiler! On dokuzuncu Acayip Şeyler kitabında, konumuz ağaçlar! Daha doğrusu, ŞU ACAYİP AĞAÇLAR!
Haydi buyrun! Şu ağaçların tatlı serin gölgeliğinde biraz oturup sohbet muhabbet edelim. Hangi ağaçların mı? Fark eder mi? O çok zehirli manchineel olmasın da ne olursa olsun. Zeytin olsun, çınar olsun, üzerimize eğilmiş, güneşin tatlı ılık ışıklarını üzerimize para para gölgeleyen bir salkım söğüt olsun… Yeter ki, bir dikili ağacınız olsun.
Şu Acayip Ağaçlar İçindekiler
Sunuş ……………………………………………………………….7
Her çocuğun bir ağacı olmalı ……………………………..13
Tîn ………………………………………………………………..21
Ağaç zamanı ……………………………………………………33
Ölmez ağaç ……………………………………………………..43
Yukarı akan dereler …………………………………………..59
Hayal değil gerçek: Çikolata ağacı ……………………….73
Van Helmont’un söğüt ağacı ………………………………83
Çok acayip ağaçlar ………………………………………….105
Ağaçtan bir ev ………………………………………………..117
Matematik var, tesadüf yok! ……………………………..127
İster inan, ister inanma! …………………………………..141
Bulaşık süngeri ağacı ……………………………………….147
Şu Acayip Ağaçlar Kısa Özet
Her Çocuğun Bir Ağacı Olmalı
OLDUM OLASI futboldan hoşlanmam. İşin aslı, beceremediğim için hoşlanmam. Eskiden bizim mahallenin çocukları sık sık aralarında maç yaparlardı. Ve iki çocuk yüzün-den hep kavga çıkardı. Bu çocuklardan biri bendim. Diğeri de, fena halde iyi futbol oynayan Cumhur! Kimin hangi takımda oynayacağına karar verilirken, sıra Cumhur’a geldiğinde, her iki takımın oyuncuları, “Geçen sefer sizden idi. Bu sefer de bizden olsun!” diye sonu kavgaya kadar gidecek bir yaygara koparırlardı.
Seçilme sırası bana geldiğinde, yine bir yaygara kopardı:
– Geçen sefer bizdendi. Bu sefer sizden olsun!
– Yok ya! Ondan önce iki maç üst üste bizden oldu, hep yenildik. Bu sefer istemeyiz!
– Geçen maçta üç gol attım diyor!
– Attı attı! Üçünü de kendi kalesine attı!
– Yok artık!
Tartışma, taşlı sopalı bir kavgaya dönmeden, “Yazı tura atalım!” denirdi. Fakat kimsenin cebinden metelik çıkmayınca, “Yaş mı kuru mu?” atmakta karar kılınırdı. Yassı bir taş bulunur, taşın bir yüzüne tükürülür; sonra da, “Yaş mı kuru mu?” atılırdı. İşin en acıklı tarafı, o taşları hep ben bulurdum ama başkaları tükürürdü… Bana da, sahayı süklüm püklüm terk edip, ihtiyar incir ağacımın dalları arasına tavuklar gibi tünemek ve bütün yazı onun serin gölgelikli kolları arasında kâh hayal kurarak, kâh kitap okuyarak geçirmek düşerdi. Mercan Adası’nı okumak, Kaptan Grant’ın Çocukları’nı okumak, Gümüş Patenleri, Pal Sokağı’nı… Ben size o ağacın hikâyesini anlatmış mıydım? Anlattıysam da aman ses etmeyin, hazır sözü ağaçlara getirmişim, ilişmeyin! Hüsnü Efendi, elinde biri eğri büğrü cılız, diğeri dümdüz ve kalınca iki incir fidanı ile komşusu Cemal Efendi’nin kapısına geldiğinde, ben daha dünyaya gelmemiştim.
Cemal Efendi, Hüsnü Efendi’nin, “Al bunu da sen dik bahçene” diyerek verdiği o incir fidanlarından eğri büğrü ve cılızca olanını evinin arka bahçesine diktiğinde de, ben daha dünyaya gelmemiştim. Ben dünyaya geldiğimde, Cemal Efendi çoktan dünyadan gitmişti. Bir ağaca çıkabilecek kadar büyüdüğümde ise, evimizin arka bahçesinde kocaman bir incir ağacı buldum. Cemal Efendi’yi, yani yüzünü hiç görmediğim dedemi, en çok da bu yüzden severim. Bana üzerine çıkabileceğim, dalları arasında oturup kitap okuyabileceğim, her biri kocaman birer ele benzeyen, dokunduğunda azıcık kaşındırsa da, yazın pek güzel gölgelik eden, yaprakları arasına saklanıp hayaller kurabileceğim ve olgun meyvelerinden bal damlayan bir ağaç bıraktığı için… Bence her çocuğun bir ağacı olmalı! Ve mevsimleri takvimlerden önce, ağacından öğrenmeli çocuklar… İncir ağacından, ıhlamur ağacından, nar ağacından…
Benim çocukluğumda isteyen her çocuğun bir ağacı olurdu. Mesela Bahadır’ın bir ıhlamur ağacı vardı. Kış boyunca kupkuru ve kapkara dallarında, kurnaz ihtiyar kargaların salkım salkım sallandığı ve aşağıdan gelip geçenlerin başlarına tükürdüğü kocaman bir ıhlamur ağacıydı. Yaz ortasında çiçek açar ve tüm mahalle mis gibi mutluluk kokardı…
Yeşim’in kiraz ağacı vardı ve bahar geliver-diğinde, serçe kuşları dallarında şarkılı türkülü şenlikler kurardı. Fatma’nın kayısı ağacı, Emin’in salkım söğütü, Hasan’ın dalları yerde iğdesi vardı… Ve paylaşamadığımız için sahipsiz kalan, “Bu da hepimizin ağacı olsun!” dediğimiz bir şeftali ağacı; her bahar pespembe gelinlikler giyer, tadına âşık olduğumuz meyveleri gibi, mahallenin bütün çocuklarına eşit miktarda sevinç dağıtırdı…
Nilgün’ün erik ağacı, Dursun’un fındık ağacı, Meryem’in dut ağacı vardı… Bizim zamanımızda hiçbir çocuğun Mp3’ü, Playstation’u, bilgisayarı, cep telefonu yoktu… Ama hepimizin bir ağacı vardı.. Enes’in ceviz ağacı, Erol’un at kestanesi, Betül’ün narı, Enise’nin ise kocaman bir çınarı… Benim ise, söylediğim gibi bir incir ağacım vardı. Bence her çocuğun bir ağacı olmalı. Ve mevsimleri takvimlerden önce, ağacından öğrenmeli çocuklar… İncir ağacından, ıhlamur ağacından, nar ağacından, badem ağacından, fıstık ağacından…
Tin
BUDA’NIN devasa bir banyan ağacının (bir tür Hint inciri) altında tam yedi hafta boyunca oturduktan sonra, bir aydınlanma yaşadığını söylerler. Her ne kadar bir banyan değilse bile, zamanında, benim de bir incir ağacım vardı. Eğer dalları arasına tavuk gibi tünemektense, dibinde bağdaş kurup otursaydım, belki ben de bir aydınlanma yaşayabilir, mesela bir şişe sade gazoz eşliğinde kocaman bir peynirli poğaçayı iştahla mideye gömerken, gazozla birlikte aynı anda poğaçayı da bitirebilmenin yolunu bulabilirdim!
Bildiğiniz gibi, gazoz her zaman önce biter ve poğaçanın kalan kısmını kuru kuru yemek zorunda kalırsınız! Aslına bakarsanız bir keresinde kısa süreli de olsa bir aydınlanma yaşamadım değil. Bir gün ağaçtan düştüm ve yere çarpar çarpmaz, her iki gözümde de bir ışık patlaması oldu. Tıpkı şimşek çakar gibi.
– O sayılmaz!
– O sayılmaz mı? Neden sayılmasın?
Vücudumun yere çarpan kısmı ile kafam arasında sadece gövdem vardı ve bir ışık gördüğüme yemin bile edebilirim. Üstelik beyaz bir ışık! Bütün o öteki meyve ağaçları arasında benim en çok inciri seviyor olmamın, bu sevimli ve tonton görünüşlü ağacın çocukluğumdan kalma bir hatırası olmasından başka, pek çok sebebi vardır.
Fakat itiraf etmem gerekirse, incir ağaçlarını sevmemin en birinci sebebi, o ballı meyvelerin her biri içinde yüzlerce çekirdek olmasına rağmen, hiçbirini çıkarmak zorunda olmadan yiyebilmektir! İncirin o minnacık çekirdekleri, tatlı hoş bir çıtırtı ile dişlerinizin arasında öğütülür ve size lokum gibi bir meyvenin tadını çıkarmak kalır. Bu arada “lokum gibi incir” benzetmesinin bu lezzetli nimete bir haksızlık olduğunu da hemen belirteyim. Eğer insanlar gerçekten lezzetli bir lokum yaptıklarına inanıyorlarsa onun için, “incir gibi lokum” diyebilirler! Çünkü zayıf olan güçlü olana benzetilir. Kural böyledir! Hiç incir çiçeği gördünüz mü? Göremezsiniz! Oysa bütün meyveli ağaçların çiçeği olur. Bahar geldiğinde kiraz ağaçları gelinlik kızlar gibi süslenir, şeftaliler pespembe donanır, badem ağaçları, hele meyveleri ne baharda ne yazda olgunlaşmayan, onları yemek için sonbaharı beklemek zorunda olduğumuz narlar ve ayvalar ne harikulade çiçekler açarlar. Peki ya incir? Biçare incir çiçek açmaz mı?
Elbette incir ağaçları da çiçek açar ama onların çiçekleri öyle elli metre öteden “Ben burdayım!” diyen çiçeklerden değildir. Dallarında minnacık tomurcuklar halindedirler. Aslında bunlar ileride o ballı meyvelere dönüşecek kutucuklardır ve incir çiçekleri işte bu kutucukların içlerinde saklıdır. Bu çiçeklerden bazıları erkek, bazıları da dişidir. İncir ağacının meyvelerinin olgunlaşması ve neslini devam ettirebilmesi için bunların birbirleri ile tanışmaları gerekir. Daha doğrusu erkek incir çiçeklerine ait tozların, dişi incir çiçeklerinin tozları ile karışması! Eğer incir çiçekleri de diğer ağaçların çiçekleri gibi görünür şekilde yaratılmış olsaydı bu iş için esen rüzgârlar, bal arıları, türlü tefarik böcekler yeterli olacaktı. Ancak sıkı sıkı kapalı bir kutucuğun içindeki incir çiçeğinin tozları, oradan nasıl çıkacak da, birbirleri ile karışacaklar? Eğer tozlaşma olmazsa, incirler asla olgunlaşmaz, kısa bir süre sonra kararıp dökülüverirler.
İşte bu işi her bir incir türüne özel görevlendirilmiş minnacık bir yaban arısı yapar. Dişi çiçekçiklerden erkek çiçekciklere ve erkek çiçekçiklerden dişe çiçekçiklere gidip geldikçe, çöpçatanlar gibi arayı bulurlar sizin anlayacağınız. Ya da henüz pek anla(ya)mayacağınız! Bu arada birileri yaban arıları hiçbir işe yaramıyor mu demişti? Çok ayıp! İncir yaban arıları, diğer yaban arıları ile kıyaslandığında çok küçüktür. 1-2 mm kadar boyları vardır. Onları kolay kolay göremezsiniz. Çünkü zamanlarının çoğunu evlerinde geçirirler. Dişi ve erkek yaban arısı, sadece incir tomurcuklarının içine girip yuva kurarlar. Başka bir yerde yaşayamazlar. Yumurtalarını da buraya yaparlar. Yani orayı kendilerine ev edinirler. Eşyalarını getirip yerleştirirler, tabii eşyaları ile birlikte öteki incir çiçeklerine ait tozları da beraberlerinde getirirler.
Yaban arılarının güzel ve korunaklı bir eve, incir çiçeğinin olgunlaşması ve ballı bir incire dönüşmesi için de, bu tozlara ihtiyacı vardır. Bir zaman sonra erkek yaban arısı, bir tünel açarak dışarıya çıkar. Yumurtalarından çıkan yavru yaban arıları (ne kadar küçük olduklarını tahmin edin artık) bu tüneli bulurlarsa dışarıya çıkabilirler. Bulamazlarsa incirin içinde kalırlar. İncir büyür büyür büyür iyice olgunlaşıp ballanır ve bazen incirle birlikte işte bu yaban arısı yavruları da yenilir. Fakat hiç endişe etmeyin. Onları ne görebilir, ne de fark edebilirsiniz. Ayrıca hep şeker, hep şeker olur mu? İnsana et ve protein de lazım değil mi? Alın işte size ikisi bir arada! İncirler ve minik yaban arıları arasındaki bu yardımlaşma, 80 milyon yıldır sürüp gitmekte, yer kabuğu üzerinde bitirilmiş en güzel ve en özel (Hangisi öyle değil ki?) meyvelerden bir tanesi, insanlardan çok çok önceden beri, ufak tefek, yahut oldukça iri kıyım hayvanların ka-rınlarını doyurmaktadır.
Bizim güzel ülkemizde beş on farklı çeşidi yetişir ama dünyanın farklı coğrafyalarında 700’den fazla incir türü vardır. Ve gezip dolaşan, uçup kaçan yahut eşelenen 1000’den fazla canlı türü, karnını incir ile doyurur. Bu konuda hiçbir ağaç, incirin dalını bükemez! Kuşlar, yarasalar, birçok pirimat yani maymun türü, incir severler listesinin başında gelir. Ve tabii karıncalar gibi küçük böceklerin, bu ballı mucizelere kayıtsız kalabileceği elbette düşünülemez.
Doğa bilimciler, eğer günün birinde incir ağaçları ortadan kalkacak, yahut meyve vermeyecek olsa, dünyanın ekosisteminde ciddi sıkıntıların, büyük çöküşlerin baş göstereceğini söylerler. Çünkü pek çok canlıyı besleyen pek çok canlıyı besleyen, pek çok canlıyı besleyen incir, hayat için tam bir temel besin maddesi ve bu besin zincirinin pek kıymetli bir halkasıdır. Ne o? Yoksa siz inciri olsa da olur, olmasa da olur, ha yemişim, ha yememişim bir yemiş mi sandıydınız? Bu kadar çok garibanın karnını doyurmanın neticesinde, incirin o minnacık minnacık çekirdekleri kolay bir şekilde etrafa yayılır. Sayıca çok ve ebatça küçük olan bu çekirdekçikler, en ufak tefek hayvanların sindirim sistemlerinden bile sağ salim geçerek toprağa karışırlar.
Orman yangınlarından sonra kararmış cıscıbıldak kalmış o canım tepelerde, kocaman tombul bir ele benzeyen yaprakları ile yeşil yeşil ilk el sallayan incir ağaçları olur. Yanardağların kükreyip, ortalığı kül ve kızgın lava buladığı yamaçlarda da, soğumuş kurumuş lav akıntılarının pütürüklü kıvrımlarından yeryüzüne “Merhaba!” diyen ilk yapraklar, yine incir ağaçlarının dallarına ait olanlardır. Kısa sürede ortalığı kaplayan incirler, meyveleri ile başka hayvanları, başka hayvanlarla birlikte başka bitkilere ait tohumları da etraflarına çekerler. Ve hayatın mucizevî şarkısı, kaldığı yerden gümbür gümbür çalmaya devam eder… Terkedilmiş evlerde, yıkılmış harap olmuş virane şehirlerde, taş avluların aralıklarından, duvarların ince çatlaklarından, hayatın o neşeli şarkısını ilk söyleyen de, yine incir ağaçlarıdır.
“Ev bark yıkıldı, ıssız harabeye döndü” anlamına gelen “ocağına incir ağacı dikilmek” deyimi de buradan gelir. Çünkü nerede ıssız ve insansız bir harabe varsa, orada mutlaka taşların arasından sıyrılıp göğermiş incir ağaçları bulunur. İncirler bu konuda o kadar maharetli yaratılmışlardır ki, binlerce yıl önce kuraklığın kelimenin tam anlamı ile ocaklarına incir ağacı diktiği İndus Vadisi’ndeki terkedilmiş kadim şehirleri, Guatemala’daki Maya piramitlerini, Kamboçyadaki Khmer tapınaklarını bile sarıp sarmalamış, engel tanımaz kökleri ile en sert kayaları bile parça parça edip yıkmış, kocaman yaprakları ile kat kat üzerlerini örtmüş, Indiana Jones kılıklı hırsızlar, onları bulana kadar yüzlerce yıl kimse varlıklarından bile haberdar olamamıştı… İncir, kelimenin tam anlamı ile bir besin deposudur. Eski çağlardan beri insanlar onun enerji ve zindelik verici özelliğini keşfettikleri için eski Mısırlılardan, Mezopotamya halklarına kadar pek çok medeniyet, ona bütün meyvelerden daha çok önem verdi. Babil’in meşhur asma bahçelerinde incir ağaçları vardı.
Aç gözlü ve midesine düşkün Romalılar için bir ülkede lezzetli incir ağaçlarının yetişiyor olması, o ülkeyi feth etmek için yeterli bir sebepti. Pek çokları incirin cennetten gönderilen kut-sal bir meyve olduğuna inanırdı. İncir cennetten mi geldi, yoksa doğrudan dünyada mı yaratıldı elbette bilemeyiz. Ama eğer cennete gidersek, orada da incir ağaçları ile karşılaşacağımızdan emin olabiliriz. Hem lezzetli, hem vitamin ve mineral dolu bu harikulade meyve, her biri kocaman birer ele benzeyen yaprakları ile donanmış, o tombul sevimli yamru yumru ağaçların dallarından, cömertçe yeryüzünün canlılarına, 80 milyon yıldır ikram ediliyor. Başka hiçbir ağaca nasip olmayacak kadar çok canlı, incir ile besleniyor. İncir o kadar özel ve önemli ki, incirin Rabbi onun üzerine bakın nasıl yemin ediyor. Hem de TÎN yani İNCİR adındaki bir sûrede…
“İNCİRE, zeytine, Sina dağına ve şu emîn bel-deye yemin ederim ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık….” –Tîn Sûresi, 1-4
Ağaç Zamanı
KÖTÜ HABER tez duyulur derler. Ama iyi haberlerin dilden dile, kalpten kalbe yayılabilmeleri için, bir iyilik gördüklerinde yahut işittiklerinde sevinebilen insanlara ihtiyaçları vardır. Eğer bir gazete çıkaracak olsaydım adını İYİ HABERLER koyardım. Ve sadece iyi haberlere yer verirdim o gazetede… Birkaç ay önce gazetelerde iyi bir habere denk geldim. Adana’da 800 yaşında bir zeytin ağacı, insafsız oduncular tarafından kesilip, Mersin’de bir hızarcıya satılmış.