Şu Acayip Bitkiler Özet

Şu Acayip Bitkiler Özet

Şu Acayip Bitkiler Özet
Yayınlama: 23.10.2022
469
A+
A-

Şu Acayip Bitkiler Özet

Şu Acayip Bitkiler Sunuş

Acayip Şeyler Dizisi’nin ikinci kitabı ile karşınızdayız! Dizinin ilk kitabı olan Şu Acayip Hayvanlar’da, hayvanlar alemine dair, pek acayip şeylerden söz etmiştik. Elinizdeki bu ikinci kitapta ise, konumuz bitkiler!

Salkım söğütlerin, devedikenlerinin, eğrelti otlarının, papatyaların ve adını bildiğiniz bilmediğiniz ne kadar bitki varsa onların öyle sesiz sakin duruşuna sakın aldanmayın! Bitkiler dünyası, tahmin bile edemeyeceğiniz kadar hareketlidir aslında. Üstelik, maceranın da bini bir para!

Bir tohumun uyanışından, bir yaprağın fotosentez yapışına, bir sinekkapanın sinek kapışına, küstüm otunun küsmesine ve ısırganın ısırmasına gelin bir de yakından bakın. Çok acayip şeyler göreceksiniz!

Sizleri bitkiler aleminin Fen Bilgisi ve Hayat Bilgisi kitaplarında yazmayan çok acayip gerçekleriyle baş başa bırakmadan önce, dizimizin bir sonraki kitabı ŞU ACAYİP YERYÜZÜ’nde, yine çok maceralı bir gezintiye çıkacağımızı haber vereyim.

Madenler, mağaralar, yanardağlar ve yanmayan dağlar hakkında yine çok acayip Şeyler okuyacaksanız ve servis minibüsünün, sizi her sabah kapının önünden alıp, okula bırakmasının, milyonlarca yıl önce ölen dinazorlarla, ne alâkası olduğunu göreceksiniz!!!

Gerçekten çok acayip!

Tarık USLU

Şu Acayip Bitkiler İçindekiler

  • Armudun İyisini Ursus Artcos Yer
  • Armut Hakkında Bir Takım Önemli Bilgiler
  • Patatesin Maceraları
  • Kutsal Patatesin Yolculuğu
  • Fransa’da Patates İhtilali
  • Patateste Ne Var Ne Yok?
  • Gelelim Patatesin Faydalarına
  • Tohumlar Fidana
  • Minicik Bir Kutucuk : Tohum
  • Tohumun içinde ne var ne yok?
  • Bir Tohum Uyanıyor
  • ……
  • ……
  • ……

Şu Acayip Bitkiler Hazırlayanlar ve Emeği Geçenler

Yayın No : 80
Genel Yayın Yönetmeni: Ergün Ür
Yayınevi Editörü : Özkan Öze
İç Düzen/Kapak: Zafer Yayınları
ISBN: 978-605-9723-24-4
Sertifika No: 14452
Yayıncı ‏ : ‎ Uğurböceği Yayınları
Dil ‏ : Türkçe
Kağıt Kapak ‏ : ‎160 sayfa
Boyutlar ‏ : ‎19.5 x 1.3 x 13.5 cm
Yazar : Tarık USLU

Şu Acayip Bitkiler Yazar Hakkında

TARIK USLU: Gerçek adı Özkan Öze olan yazar, 1974 yılında Adapazarı’nda doğdu. Gittiği okullarda, okumak ve yazmaktan daha önemli bir Şey öğren(e)medi. Lise yıllarında Zafer Dergisi’nin yazı işlerinde çalışmaya başladı. Bir süre derginin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Daha sonra, Uğurböceği Yayınları, Zafer Yayınları ve İlkgençlik Yayınları’ndan oluşan Zafer Yayın Grubu’nun editörlüğünü sürdürdü. Hem kendi ismiyle hem de, çocuklar için yazdığı popüler bilim kitaplarında kullandığı Tarık Uslu ismi ile pek çok kitabı yayınlandı.

Şu Acayip Bitkiler Yorumları

Kızımın severek okuduğu bir seri. Hem faydalı bilgiler öğrenirken hem de eğleniyor. Tavsiye ederim.

Çocuğumla birlikte kaliteli vakit geçiriyoruz.

Çocuklarımın severek okuduğu bir seri…

Şu Acayip serisinin kalitesine paralel olarak, bitkiler hakkındaki bu kitapta 8,9. sınıflar için ideal bir okuma sunuyor.

Tarik uslunun bütün kitapları çok öğretici ve eğlenceli. Burada bitkilerle ilgili bilgileri bulabilirsiniz.

Okumak için yaşı olmayan bir kitap. Hem öğrenip hem eğlenilir.

Ortaokul seviyesi çocuklara daha uygun kitap serisi.

Çocuklar için eğlendiren, düşündüren, güzeli gösteren bir kitap.

Bu kitapta çok iyiydi, seriyi tamamlamaya çalışıyorum.

Şu Acayip Bitkiler Kısa Özet

Şu Acayip Bitkiler kitabımız farklı konu başlıklarından oluşmaktadır. Burada sadece birazının özeti verilecektir. Kitabın tamamını alıp okuduğunuz taktirde çok faydasını göreceksiniz.

Armudun İyisini Ursus Artcos Yer

ÇALIŞMA MASAMIN üzerine abanmış, “Meksika’nın Zıplayan Fasulyeleri” hakkında yaptığım derin araştırmaların Şaşırtıcı sonuçlarını değerlendiriyordum. Telefonum çaldı! Arayan çok sevdiğim bir editör arkadaşımdı. Ve henüz bilmediğim bir sebepten dolayı, fena halde heyecanlıydı.

  • “İsim Şehir Hayvan oynamak ister misin?”
  • “Ne?”
  • “İsim Şehir Hayvan oynamak ister misin?”
  • “Bak dostum! Ben Şu an son derece önemli bir konu üzerinde çalışıyorum: Meksika’nın Zıplayan Fasulyeleri!”
  • “Bırak şimdi Meksika’nın Hoplayan Fasulyelerini!”
  • “Hoplayan değil, zıplayan!”
  • “Ne fark eder? Sen sorduğum soruya cevap ver! İsim Şehir Hayvan oynar mısın?”
  • “Elbette ama..”
  • “Tamam o zaman oyun başladı! Bir hafta içinde A harfiyle başlayan bir bitki hakkında çok ciddi bir makale yazmanı istiyorum!”
  • Çat!
  • “Alo! Alo! Alo!” Telefonu kapattı! Kesinlikle bir psikoloğa ihtiyacı var bu adamın. Ne dedi bana şimdi? A harfi ile başlayan bir bitki hakkında çok ciddi bir makale!”
  • Tamam sen istedin!

Sana A harfi ile başlayan ve en az, Acil durumlarda filikaları suya indirme talimatnamesi kadar ciddi bir makale yazacağım. Önce A harfiyle başlayan bir bitki seçmeliyim. İyi de, A harfi ile başlayan onlarca bitki ismi biliyorum. Acaba hangisini yazmalıyım??? Mesela ABDESTBOZAN otu!

Yoo bu olmaz! Böyle komik bir ismi olan bitki hakkında nasıl ciddi bir makale kaleme alabilirim ki?! ACIAĞAÇ olur mu? Hem iştah açar! İdrar söktürücü ACIBAKLA’ya ne dersiniz?

Zehirli ACIÇİĞDEM otunu teklif bile etmiyorum! Severim sizi bilirsiniz! Astıma iyi gelir, biraz ADAÇAYI versem, ne dersiniz!?

  • AĞAÇKAVUNU
  • AKDİKEN
  • AKHUŞAĞACI
  • ALTINBAŞAKOTU
  • ALIÇ
  • ALTINKÖKÜ
  • AMBERKABUĞU
  • ATGÖZÜ
  • ANTEP FISTIĞI
  • ARDIÇKATRANI
  • ASLANAĞZI
  • ATKESTANESİ
  • AYÇİÇEĞİ
  • AYÇİÇEĞİ
  • AYIÜZÜMÜ
  • AYRIKOTU
  • ARMUT!

Birisi benimle “İsim Şehir Hayvan” oyunu oynamak mı istiyordu! Tamam ben hazırım! Birisi benimle “İsim Şehir Hayvan” oyunu oynamak mı istiyordu! Tamam ben hazırım! Ama önce Şu ARMUT yazısını yazayım. Çünkü onu seçtim. Yoksa siz, AYISARIMSAĞINI mı tercih ederdiniz?

Armudun İyisini Ursus Artcos Yer

Uzun zaman önceydi. Mehtaplı bir yaz gecesinde, lahana tarlasının ve patateslerin canına okuyan yabandomuzlarını avlamak isteyen bir avcı, bahçesindeki armut ağaçlarından birinin üzerinde pusuya yattı. Ve sabırla zarar verici yabandomuzlarından birinin yakınlardan geçmesini beklemeye başladı. Eğer bir yabandomuzu ağacın altından geçmeye kalkacak olursa, onu tam ensesinden çivileyecekti.

Aynı dakikalarda, karnı açlıktan guruldayan bir ursus arctos yaşadığı ormanın yakınlarında bulunan bakımlı bir meyve bahçesinin çitlerini itina ile kırarak, bahçeden içeriye girdi. Dolunayın büyülü; beyaz ışığı altında, yaldır yaldır parıldayan olgun ve ballı meyveleri dallarından sarkan bir armut ağacının üzerine çıktı.

Bu hangi armut ağacı idi dersiniz? Evet, avcının yabandomuzu avlamak üzere dalları arasına tünediği armut ağacı!

Ursus arctos, koca poposunu iri bir dala yerleştirdikten sonra, en yakınındaki armutu kopardı.

Zavallı avcı, ursus arctos’u görüyordu. Ursus arctos ise, havada tuhaf bir kokunun varlığını sezdiyse de; tam karşısındaki dalda sinmiş bekleyen avcıyı görmüyordu. Gözü armutlardan başka hiçbir şey görmüyordu çünkü.

Avcı, korkudan ne yapacağını bilemez haldeydi. Ursus arctos ve avcı adeta göz göze idiler. Avcı ses çıkarmamak için nefesini tutmuştu. Ama bir avcı, nefesini ne kadar tutabilirdi ki?!

Ursus arctos’lar ağızlarının tadını çok iyi bilirler ve eğer armut yiyeceklerse, mutlaka en iyisini yerler. O yüzden kopardığı armudun çürük olup olmadığını anlamak için, onu gökyüzünde gümüş bir tepsi gibi duran aya karşı tuttu. İşte ne olduysa tam o anda oldu!

Talihsiz ve şaşkın avcı, ursus arctos’un armutu kendisine ikram ettiğini zannederek:

“İstemeeeeeeeeeeem” diye bir çığlık kopardı ve kendisini ağaçtan aşağıya atarak, olanca gücüyle kaçmaya başladı.

Ursus arctos ise, bu sessiz ve huzurlu gecenin içinde aniden kopan çiğlik Karşısında çök Korktü. Körküsundan’ dengesini kaybetti ve patır kütür ağaçtan aşağıya düştü.

Avcı evine doğru koşarken, ursus arctos da guruldayan aç bir mide ile homurdana homurdana kaçmaya başladı. Son derece gergindi…

Biraz sonra, üç keyifli yabandomuzu geldi. Az önceki sarsıntı yüzünden armut ağacından dökülen armutları, keskin dişleriyle parçalayıp, yutmaya başladı.

Ursus arctos, bu sefer armudun iyisini yiyememişti. Ursus arctos, yani AYI! Ama siz ona Kocaoğlan da diyebilirsiniz…

Armut hakkında bir takım önemli bilgiler

Eğer, o çatlak editör, benden bitkileri değil de hayvanları yazmamı isteseydi, şimdi size Kocaoğlanlar hakkında acaip bi yazı döşeyebilirdim. Ama madem bitkileri yazmam gerekiyor o zaman, “Neden ayının iyisi armut yer ya da armudun iyisini ayı yer?” şeklindeki büyük sorunun cevabı üzerinde biraz kafa patlatalım!

Armut ağaçları harikadır! Onları baharda mutlaka görmelisiniz. Bembeyaz minicik minicik çiçekler açarlar. Bütün bir kışı, neredeyse kapkara bir odun yığını gibi geçiren bu ağaçlara, baharla birlikte nasıl olağanüstü bir gelinlik giydirildiğine inanamazsınız. Ama bu hiçbir şey değildir. O çiçekler bizlere, “Merhaba!” dedikten kısa bir süre sonra döl in yerinde bal gibi tatlı bir armut yaratılacaktır.

Armut ağaçları çok uzun boylu ağaçlar değildir. Ve iyi ki de öyledir. Böylece tüm çocuklar, kolayca dallarına tırmanır ve dünyanın en güzel, en tatlı, en hoş kokulu meyvelerinden biri olan armutu koparıverirler.

“Armut piş ağzıma düş!” diye beklemenin bir anlamı yoktur! Eğer yolunuzu bir köye düşerse, daldan bir meyve, hele hele de bir armut koparmanın zevkini mutlaka tatmalısınız… Eğer daldan meyve koparmak zor geliyorsa, bekleyin o zaman. Ne de olsa, armut dibine düşer!

Senelerdir meyvelerin yemekten sonra yenmesinin daha doğru olduğunu söyler dururlar. Oysa, aç karına meyve yemek de iyidir. Hele armudu aç karına yemenin çok faydası vardır.

Ayılar bunu biliyor mu acaba? Neyse!

Armut, özellikle sindirim sistemimize çok faydalı bir meyvedir. Oburluk yapıp üç-beş armudu birden yediyseniz, tuvaletten çok uzaklaşmamanızı tavsiye ederim.

Armut, böbrekleri temizler, kanı temizler, tansiyonu düşürür: Düşen tansiyonunuzu bulur getirir.

Romatizmaya acayip faydası vardır. Hepsinden önemlisi sakinleştirir ve insanın içine bir ferahlık verir!

Hah! İşte bu çok önemli!

Evet! Buradan bilim çevrelerine sesleniyorum!

Armut yiyen bir Kocaoğlan ile armut yemeyen bir Kocaoğlanı inceleyip bir takım testlere tabii tutun! Bakalım armutun bu sakinleştirici etkisi, ayılar üzerinde kendini nasıl gösteriyor!?

Mesela, sabah kahvaltısında, öğle yemeğinde ve akşam yatmadan önce tıka basa armutla beslenen bir Kocaoğlanın, kafasına Semsiye sapı ile vurduğunuzda göstereceği tepki ile; tek bir armut yedirmediğiniz bir Kocaoğlanın aynı muamele karşısında göstereceği tepkinin karşılaştırılması, hiç de zor olmasa gerek! Bütün iş, böyle bir deneyi yapabilecek olgunluğa erişmiş ve bilim aşkıyla yanıp tutuşan ARMUTLARI bulmakta! Var mısınız??

Patatesin Maceraları

150 SENE kadar önceydi. Üsküdar’da bir manav tezgahının önünde, her halinden Batı taklitçiliği hastalığına (eskiler Frenk mukallitliği derlerdi) tutulduğu anlaşılan bir bey, manav efendi ile hararetli hararetli konuşuyor fakat, anlaşamıyordu.

“Efendiciğim, şöyle yamru yumru bir şey! Kahverengi mi desem, bakır sarısı mı bilemiyorum!? Üzerinde incecik bir kabuk var. Toprağın altında çıkarıldığı için genellikle çamurlu olur. Serttir! Pişirmeden yiyemezsiniz. Amma, Şöyle közde iyicene börtletilse, vallahi tadına doyulmaz. Ekmek gibi mübarek! Suda haşlayıp yiyenler de vardır. Fakat bendeniz, közlenmişine müptelayımdır. Ah ah! Paris’te olacaktımki şimdi. Ah Şanzelizece..” www.cevapoloji.com

Manav bu anlatılanlardan kesinlikle hiçbir şey anlamadı: “Ula ne deysun! Kabak mi isteysun! Misir ekmeği alup yiyesun daaa!”

Velhasıl, manav efendi ile Frenk mukalliti bey anlaşamadı. Çünkü sizin de anlayacağınız gibi bey, patates istiyordu. Oysa İstanbul’a patates henüz yeni yeni geliyordu. Gelenler de, şehrin en sosyetik semtlerindeki manavlarda pek acayip bir yiyecek olarak satılıyor; lüks restoranlarda isteyenlere servis ediliyordu. İster inanın ister inanmayın o zamanlar patates, pek fiyakalı bir yiyecek idi.

Patatesin İstanbul’a gelişi aşağı yukarı böyle oldu. Avrupa’dan geldiği için hemen baş göz üstüne edildi elbette. Keşke, Avrupa’dan gelen ve baş göz üstüne edilen her Şey, patates kadar masum ve faydalı bir nimet olsaydı.

Patatesin bizdeki mazisi nereden bakarsanız bakın, en fazla ikiyüz yıl kadardır. Bugün Anadolu topraklarının öz mahsulüymüş gibi duran patates, aslında Avrupalı bile değildir. Onun asıl vatanı Amerika’dır. Ve oradan Adapazarı’nın bereketli ovalarına kadar gelmesi, oldukça ilginç bir hikâyedir. İşte size bir nimetin maceraları, patatesin öyki

“Kutsal patatesin yolculuğu!

Patates, ilk olarak Amerika Kıtası topraklarında yaratıldı. İnkalar ona biraz fazla önem veriyorlardı. Onlara göre lezzetli patates, aynı zamanda kutsal bir şeydi de.

“Kaşif” adı verilen İspanyol yağmacılar, Güney Amerika’daki bugünkü adı Peru olan ülkeyi işgal ettiklerinde, İnka hazineleriyle, yerli halkın çok sevip saydığı patatesi de keşfediverdiler. İstilacıların başındaki zalim Pizzaro, yanına birkaç çuval patates alarak, ülkesine döndüğünde sene 1535 idi. Pizzarro, beraberinde getirdiği sandıklar dolusu çalıntı altınla birlikte patates çuvallarını da İspanyol kralının önüne seriverdi. Ancak, kral:

“Bu altınları anladık da Pizzaro! Şu yamru yumru Şeyler de ne? Ulan kerkenez! Ta Amerikalardan getire getire bunları mı getirdin kralına!” diye Pizzarro’ya çıkıştı.

Böylece patates, Avrupa’ya ilk ayak bastığında pek kötü bir muamele görmüş oldu.

Bu tarihten bir elli yıl sonra, bu sefer de Sir Walter adında bir İngiliz istilacısı Amerika’dan çuval çuval patates yüklenip, ülkesine getirdi. İspanyolların ettiği nankörlüğü, İngilizler yapmadı. Zaten karnını güç bela doyuran halk, bu mübarek patatese pek ciddi alâka gösterdi ve sevdi.

Bundan sonraki zamanlarda, Almanya, Fransa, Rusya gibi ülkeler, patatese ilgi ve alâka gösterip, ekilmesine ön ayak oldular. Fakat, İngilizlerin aksine kendileri için değil de, hayvanlar için. çünkü patates, bu ülkelerde uzunca bir süre hayvan yemi muamelesi gördü. Sadece fakir köylüler, arada bir elde avuçta pişirecek bir Şey kalmayınca, “Bari patates haşlayalım” diyorlardı. Zaman içinde patatese “Fukara ekmeği” adı bile verildi. Ama onun zengin fakir bütün sofralarda baş tacı edileceği günler, çok uzakta değildi.

Fransa’da Patates İhtilali

Patatesin dünyaca meşhur Fransız mutfağına girmesi oldukça zor oldu. 1616 yılında zamanın kralının sofrasına konan patates, aslında en fakir köylülerin bile ellerinin altında bulunuyordu.

İlk zamanlar, halk arasında bu gariban bitkinin, uğursuz ve zehirli olduğuna dair tuhaf bir söylenti çıkıverdi. Zavallı patatese atılan bu haksız iftiranın onun üzerinden temizlenmesi ise çok zaman aldı. Üstelik, halkın büyük bir çoğunluğu karnını zor doyururken; patatese karşı sürdürülen bu haksız inat, anlaşılır gibi değildi.

Parmentier adındaki gayretli bir patatessever, bu işe bir son vermenin vaktinin çoktan geldiğinin farkındaydı. Oturdu ve patates hakkında krala uzun bir mektup yazdı. Mektubunda özetle şunları söylüyordu:

“Patates aslında bir tür ekmektir. Ama ne değirmenciye, ne de fırıncıya ihtiyaç bırakmayan bir ekmektir. Onu alın, suda haşlayın ya da közde pişirin yeter! Memleketimizde patates ekecek arazi çoktur. Şu sıralar halkı kırıp geçiren kıtlıktan kurtulmamızın tek çaresi patatese sahip çıkmaktır!”

Parmentier’in bu fikirleri kralın çok hoşuna gitti. Çünkü halkın karnını ucuz yoldan doyurmanın bir yolunu bulmak, en büyük derdi idi. Ekmek yoksa, patates yesinlerdi! Ancak halkın patatesi sevmesi için biraz daha çaba gerekiyordu.

Kral, milli bayramlarda eline patates çiçeklerinden bir buket alıyor ve onu halkın gözüne gözüne sokuyordu. Paris’in yapma çiçekçileri, patates çiçeklerinden süsler hazırlıyordu. Her yerde bir patates çiçeği rüzgârı esmeye başladı. Zenginler, özel bahçelerine patates ekerek, kralın gözüne girmeye çalışıyorlardı.

Ancak, üst tabakanın patatese karşı gösterdiği bu ilgi, aşağılara yansımadı. Kral tarafından emir ile ekilen patatesler, halk tarafından hayvanlara yedirildi ve çöplere atıldı. Halk, patatesi ısrarla red ediyordu.

Parmentier, bu işin böyle olmayacağını anlayınca kolları sıvadı. Paris civarında bir tarla satın alarak patates ekti. Ancak ektiği patatesleri kimse satın almadı. Halk, domuzların bile nazlanarak yediği bu patatesi bir türlü istemiyordu.

Ancak Parmentier, kolay vazgeçecek bir adam değildi. Satın aldığı arazisine tekrar patates ekti. Fakat tarlanın etrafını tellerle çevirdi. Bu da yetmezmiş gibi; silahlı külahlı nöbetçiler tuttu ve her tarafa onlardan dikti. Bu adamlar gündüzleri tarlada kuş uçurtmuyorlardı. Yanlışlıkla çitten içeriye girenler cezalandırılıyor; kimse tarlanın civarına yaklaştırılmıyordu.

Halk, bu “yasak meyveye” karşı birden bire ilgi duyar oldu. Geceleri gizlice tarlaya girip, patates çalmaya başladılar. Parmentier, nöbetçilere emir vermişti. Gece tarlaya girenlere kimse dokunmadı. Gariban köylüler, yata sürüne tarlaya giriyor, sonra da kucaklarında patateslerle sevine sevine evlerine koşuyorlardı. Elbette bunca zorlukla elde edilen patatesler, çöpe atılacak yahut ineklere yedirilecek değildi. Pişirildi ve sofranın baş köşesine kondu. Parmentier’in kurnaz plânı bu sefer işe yaradı. Halk patatesi böylece tanıyıp sevmeye başladı.

İşte bundan sonra patates, bütün bir Avrupa’da yaygınlaşmaya başladı. Ve Avrupalı istilacıların acımasızca soylarını tükettiği Amerikan yerlilerinin “kutsal patatesi, çok büyük kıtlık zamanlarında Avrupalıların imdadına yetişen bir nimet oldu.

Patateste ne var ne yok?

Patates mütevazi bir sebzedir. Bir kere toprak altında sessiz sedasız büyümesiyle, mütevaziliği ortadadır. Bütün zamanların en ucuz yiyeceği olması açısında da patates mütevazidir. Sadece görünüşüne bakanları aldatır patates. Çünkü hiç de alımlı bir hali yoktur. Ne mor patlıcan gibi kendinden emin bir duruşu vardır, ne kabarıp lahanalar gibi şişinir. Kendisi gibi toprağın altında yetişen havuç kadar çarpıcı bir rengi de yoktur gariban patatesin.

Bugün dünyada milyarlarca insan, karnını patatesle doyurur. Patates, kıtlık ve açlık zamanlarının vazgeçilmez yiyeceğidir. Bu ucuz, kolay yetişen nimetin faydaları da çoktur. Sadece karın doyurmaktan öteye, insan vücuduna hatırı sayılır oranda yararlıdır.

Önemli bir nişasta kaynağı olan patates, aynı zamanda yüksek miktarda protein içerir. Üstelik patatesteki proteinin içerdiği aminoasitler, beslenme açısından son derece önemlidir. Bu aminoasitlerin neredeyse tamamı, bebek mamalarında kullanılır ve ilaç sanayiinin vazgeçilmezlerindendir. Patatesteki proteinin % 71’inden faydalanılabilir.

Patates C vitamini açısından da zengin bir kaynaktır. Ayrıca, Karbonhidrat, B vitamini, Kalsiyum, Demir, Potasyum ve Bakır bakımdan da zengindir. X20’si Karbonhidrat olan patates—reklamdaki teyze’nin tavsiye ettiği gibi yağda kızartılmış cips olarak yemediğiniz sürece— kolestrol içermez. Son olarak 100 gr. patateste 40 kalori vardır. Püfff!

Gelelim patatesin faydalarına

Böyle zengin bir gıda deposu olarak yaratılan patatesin acaba sağlığımıza ne gibi faydaları vardır? Şimdi ona bir bakalım:

Yüksek tansiyona, kalp krizine, damar tıkanıklığına iyi gelir. Şeker hastalarında oluşan görme bozukluklarına da iyi gelir.

Böbrek sorunlarında yardımcı olur. Sağlıklı kilo verdirtir. Astım, eklem romatizması ve alerji tedavisinde yardımcı olur. Kansere karşı etkilidir. Yorgunluğu giderir. Damarlara esneklik verir, dolaşımı rahatlatır. Ağızdaki mikropları öldürür. Kızartma yerine közde pişirilen; üzerine tuz ekelemek yerine limon sıkılarak yenilen iki patates, sağlıklı bir öğle yemeğidir.

Gördüğünüz gibi patatesin küçümsenecek bir yanı yoktur. Onu mütevazi yaratılışına bakıp, hakir görmeyin. Allah’ın bütün nimetleri gibi, patates de, altından daha değerlidir. Hadi gidip bi kumpir yiyelim!

Tohumlaaaaar Fidanaaaaa!

BEN İLKOKULDAYKEN, bir şarkı vardı. Fedakâr öğretmenlerimiz, elli santimlik tahta cetvellerin yardımı ile, o Şarkıyı bize sık sık ama özellikle de “Orman Haftası’nda söyletirdi.

Hayır efendim! Tahta cetveller, orkestra şefinin elindeki çubuk (baget) niyetine kullanılmazdı. Arada bir, öne arkaya doğru hızlı hızlı sallanırdı ve herkes bunun: “Bak gelirim oraya ha!” demek olduğunu gayet iyi bilirdi. Hiç unutmam; elli santimdi, tahtaydı ve markası da, Hattuta mıydı neydi? Eninde sonunda birimizin kafasında ÇAAT’layıverirdi.

İşte o ‘Çat!” sesinden sonra, bütün sınıf, bağıra böğüre şarkı söylerdik:
Tohumlaaaaar fidanaaaaa,
Fidanlaaaaar ağacaaaaa,
“Ağaçlaaaaar cetveleeeeeeeeeeee!….

Bu eski şarkıyı elbette durup dururken hatırlamadım. Sizlere yeryüzü üzerinde yaşanan en büyüleyici öykülerden birini anlatmak istiyorum. Bir tohumun, bir çınar ağacına, bir domatese, bir papatyaya dönüşme öyküsünü.

Minicik Bir Kutucuk : Tohum

Her bitkinin bir tohumu vardır. Şeftalinin çekirdeği, fasulyenin taneleri, cevizin bizzat kendisi, çam kozalaklarının içindeki kanatlı tanecikler, at kestaneleri, yazın kırlarda bayırlarda koştururken paçalarınıza yapışan dikenli mikenli pıtıraklar, karahindibaların “Püf!” deyince havada uçuşuveren tüyleri, papatyaların altın kalpleri, yeryüzünün bütün buğday taneleri ve mahalle savaşlarında, Şanslı çocukların ceplerine doldurdukları meşe palamutları.. daha bunlar gibi yakından tanığınız pek çok şey, birer tohumdur aslında.

Fındık, fıstık, badem birer tohumdur. Portakalın, elmanın, eriğin, karpuzun ve domatesin çekirdeği de tohumdur, nar taneleri de. Bazı tohumlar çok büyüktür. Mesela hindistancevizi! Bazıları da son derece küçük! Mesela, incir çekirdeği. Aslında incir çekirdeği bile büyük tohumlardan sayılabilir. Bir kızılselvi tohumu 1 gramın sadece 250’de biri ağırlığındadır.

Yani onu neredeyse göremezsiniz. Ama bu miniminnacık tohumun kaderinde, 100 metre boyunda 2000 ton ağırlığında bir ağaç olmak yazılıdır…

Tohumun içinde ne var ne yok?

Bütün bitkilerin tohumları vardır ve bütün tohumların içinde bir bitki saklıdır. Şimdi bu tohumu biraz açalım:

Tohumlar, kapağı sıkıca kapatılmış tahta bir kutu gibi yaratılmışlardır. Bu tahta kutunun içinde, yavru bir bitkicik bulunur. Tıpkı insan embriyosu gibi, minicik bir bitki, Bu embriyonun etrafında ise, onu filizlenip gün yüzüne çıkana kadar….. Kalanı kitapta ……

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.