Şu Acayip Gözler Özet

Şu Acayip Gözler Özet

Şu Acayip Gözler Özet
Yayınlama: 18.03.2023
223
A+
A-

Şu Acayip Gözler Özet

Şu Acayip Gözler Sunuş

Acayip Şeyler Dizisi’nin 17. kitabı ŞU ACAYİP GÖZLER çıktı!

ACAYİP ŞEYLER okurlarının çok iyi bildiği gibi, ta Şu Acayip İnsan Vücudu kitabından beri onlara Şu Acayip Beş Duyu kitabını yazacağımı söyleyip duruyorum.

Araya arılar girdi, karıncalar girdi, en son da hatırları kalır, gönül koyarlar, hem şu minik süslü bezekli kanatlı mucizeler pek acayiptir hakları var diye kelebekler girdi.

Nihayet Şu Acayip Beş Duyu kitabına başladığımda ise kısa bir süre sonra şunu farkettim: Beş duyu asla bir kitaba sığmayacak!

Çünkü ilk bölüm gözlere dair yazdıklarım, kitabın ilk elli sayfası bittiği halde bitmedi.

Ben de Şu Acayip Beş Duyu diye başladığım kitabı mecburen ŞU ACAYİP GÖZLER yaptım. Sanırım geriye kalan diğer duyular için de birer kitap yazmam gerekecek. Şimdi siz bu kitabı okurken, eminim bana hak vereceksiniz…

Şu Acayip Gözler Hazırlayanlar ve Emeği Geçenler

Yayın Tarihi: 20.05.2016
ISBN: 9786059723558
Dil: TÜRKÇE
Sayfa Sayısı: 160
Cilt Tipi: Karton Kapak
Kağıt Cinsi: Kitap Kağıdı
Boyut: 13.5 x 19.5 cm

Şu Acayip Gözler Yazar Hakkında

TARIK USLU: Gerçek adı Özkan Öze olan yazar, 1974 yılında Adapazarı’nda doğdu. Gittiği okullarda, okumak ve yazmaktan daha önemli bir Şey öğren(e)medi. Lise yıllarında Zafer Dergisi’nin yazı işlerinde çalışmaya başladı. Bir süre derginin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Daha sonra, Uğurböceği Yayınları, Zafer Yayınları ve İlkgençlik Yayınları’ndan oluşan Zafer Yayın Grubu’nun editörlüğünü sürdürdü. Hem kendi ismiyle hem de, çocuklar için yazdığı popüler bilim kitaplarında kullandığı Tarık Uslu ismi ile pek çok kitabı yayınlandı.

Şu Acayip Gözler İçindekiler

  • Gözlerine bak!
  • Gözlerinizi nerede istersiniz?
  • İki göz bir bakış
  • Kirpik kirpik üstüne
  • Gözlerin kapağı
  • Tuzlu su değil, gözyaşı!
  • Ve ışık korneaya geldiğinde
  • Gözleriniz ne renk?
  • Gözdeki mercek
  • Retinaya düşen ışık
  • Öyleler neden öyle olur?
  • Göz görmez bakan görür
  • Öteki gözler

Şu Acayip Gözler Yorumları

  • Çocuklara bilimi, doğayı sevdirecek bir anlatımla yazılmış harika bir set.
  • Eğlenceli ve bilgilendirici bir çocuk kitabı…
  • Hiç düşündünüz mü gözlerimizin en önemli organımız olduğunu o gözlerle neler neler gördüğünüzü, yetişkinlerin de mutlaka okuması gereken bir eser…
  • Şu seri nefis bir seri. Göz nimetinin yanında, görme nimetinin de Rabbimiz tarafından yaratılması. Elhamdülillah.
  • Kitap ortaokul öğrencileri için muhteşem yazarın komik anlatısı eşliğinde bilmediğiniz çok şey öğreniyorsunuz tüm seriyi severek ortaokulda bitirdim tabi yeni kitapları çıkmakta bence okumakta fayda var…
  • Şu Acayip Gözler, çocuklar için yazılmış olsa da bence biz büyüklerin de kesinlikle okuması gereken bir kitap. Eğlenerek öğrenmek için bu kitabı kesinlikle okumalısınız:)

Şu Acayip Gözler Kitap Özeti

Burada kitaptan sadece bazı başlıklara yer verilmiştir. Resimler kul hakkından dolayı eklenmemiştir. Sadece izin verilen ölçüde eklenmiştir. Kitabın tamamı çok güzel şeyler anlatmaktadır. Kitabı tamamen okumanız ve çocuklarınıza okutmanız tavsiye edilir.

Gözlerine bak!

.CESARE PAVESE adında bir yazar, kendini yalnız bırakmamak için, bütün bir geceyi aynanın karşısında oturarak geçirmiş!

Bütün gece aynanın karşısında oturmak insanın yalnızlığına iyi gelir mi sizce?

Bana sorarsanız, işleri daha da beter bir hâle sokar. Çünkü kendini yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında oturan biri, aynada, kendini yalnız bırakmamak için bütün bir gece aynanın karşısında oturan birini görür!

Zavallı Pavese’nin “yaşama uğraşın!” başaramamış olmasına hiç şaşırmamalı…

Durun durun! Yanlış gelmediniz? Yeni bir Acayip Şeyler kitabındasınız. Üstelik konumuz Pavese falan da değil. Ben her zamanki gibi mevzuya çarpıcı bir giriş yapmaya çalışıyorum sadece…

Evet, ne diyordum… Hah!

Aynaya bakmanın yalnızlığa pek iyi geldiği söylenemez ama kendi gözlerimizin içine bakıp, “Şu gözlere bak gözlere! Nasıl da bakıyorlar?” diye sormamıza pekâla yardımcı olabilir.

Olabilir de laf mı şimdi?

Etten, kemikten, kastan, yağdan, kandan, türlü türlü dokudan yaratılan bedenimizden, ruhumuzun, renkler ve bütün o muhteşem öteki şeyler âlemine açılan bu acayip pencerelerine bakmanın en kolay yolu, aynanın karşısına geçip, kendi gözlerinize, kendi gözlerinizle bakmaktır!

Siz daha önce gözlerinize hiç baktınız mı, nasıl bakıyorlar diye?

Bakmadınız mı?

Doğrusu, ben de pek bakmadım.

Ben de!
Ben de, ben de!
Ya siz?
Beecen? Yoooo!
Oysa ne de güzel gözleriniz var!
Çelik mavisi diyorlar; azıcık da menevişli.
Siz peki? Siz baktınız mı hiç gözlerinize?
Vallahi hiç aklıma gelmedi; gelse de bakmazdım zaten, utanırdım.
Ama niçin?
E bi gören olursa ne diyeceğim?
Ne mi diyeceksiniz?
Ne diyeceğim ya? Gözlerime bakıyorum mu diyeceğim?
Aynen öyle?
Biraz tuhaf olmayacak mı?
Neden olsun? Asıl tuhaf olan, her şeye baktığımız gözlerimize, bir kez olsun dönüp bakmamak değil mi?
Gözlerinizi nerede istersiniz?

BEN SİNEMAYA meraklıyım bilirsiniz. Size zombili filmleri ne kadar sevdiğimi Şu Acayip Karıncalar kitabında bir vesile ile uzun uzun anlatmıştım.

Sadece zombili filmleri değil, kaçmalı kovalamalı ve bol miktarda yaratıklı filmleri de çok fena severim.

Altın Pusula’yı, Narnia Günlükleri’ni, Spiderwick Günceleri’ni ve Harry Potter’ı büyük bir keyifle seyrettim. Birbirinden acayip şey, birbirinden çirkin mahlükat ile karşılaştım beyaz perdede…

Eğlendim mi? Çok!

Korktum mu peki?

Pek sayılmaz, aslında hiç sayılmaz.

Bugüne kadar beni hafiften de olsa tırstıran bir tek yaratık oldu.

Hiç heves etmeyin! O mel’unun ismini burada yazacak değilim. Çünkü kitabı bir kenara fırlatıp bilgisayarınızın başına, “Bakalım Tarık Uslu’yu bile tırstıran o yaratık nasıl bir şeymiş?” diyerek koşacağınızdan adım gibi eminim!

Yok efendim. Böyle bir mesuliyeti kaldıramam. Sonra gece rüyanıza girer. Anne babanız da “Kazık kadar oldun bizimle yatmak da nerden çıkmış?” diyerek sizi odanıza kovalarlar. Yorganınıza yastığınıza sarılıp “Ah Tarık Uslu ah! Yaktın beni!” diye diye uyumaya çalışırsınız.

Neme lazım. Hiç gerek yok!

Hem bilenler zaten bilir. Bilmeyenler ise sözümü dinlesinler, çok da merak etmesinler. Ama size şu kadarını söyleyeyim, o gıcık Harry Potter’i neredeyse korkudan altına kaçırtan ruh emiciler, P.’nin yanında, marul kadar kocaman etiketlerinde, “Çamaşır suyuyla yıkamayın! Yemeye kalkmayın! Çin’de üretilmiştir” yazan ve genellikle pis kokulu alt geçit çarşılarında satılan peluş ayılardan daha korkunç değillerdi.

P., mükellef bir sofranın başında oturur. Sofrada envai çeşit meyve, tatlısından tuzlusuna pek çok leziz yiyecek, zeytinyağlı yaprak sarması, üzerinde itina ile ceviz yağı gezdirilmiş çerkes tavuğu, pilaki, tarhana çorbası ayrıca tatlı olaraktan da burma kadayıf bulunur. Fakat evlerden ırak bu canavar, sofrasındaki onca nimete rağmen aslında bir yamyamdır ve yemek için de illâ çocukları tercih eder.

Neüzübillah!

Yolu bu sofraya düşen aç biilaç tıfıllar, kendilerini tutar ve sofradan gıdım lokma atıştırmaya kalkmazlarsa sıkıntı çıkmaz. Ancak oldu da bir yanlışlık, o lezzetli sofranın cazibesine kapılıp, çok bir şey değil, mesela bir içli köfteyi kaşla göz arasında gömmeye kalktılar mı, o çirkin gulyabani, her iki elini avuç içleri dışarıya bakacak şekilde yüzüne yapıştırıverip, etrafı kolaçan eder. Çünkü gözleri avuçlarının içindedir ve ancak bu şekilde etrafı görür!

İşin en korkunçlu tarafı da, bu avuç içlerinde fıldır fıldır dönen gözlerdir zaten. Zira insana ister istemez—bir an için de olsa—gözlerinin avuçlarının içinde de olabileceğini düşündü.

“Öyle şey olur mu yauv!” demeyin. Elbette olabilir. Gözlerimizi yaratıp şu anki yerlerine koyan Allah, onları vücudumuzun herhangi bir yerine koyabileceği gibi, pekâlâ avuç içlerimize de yerleştirebilirdi. Her bir avucumuzda birer göz olur; görmek için avuçlarımızı aça kapata dolaşırdık ortalarda. Birbirimize “Gözünü aç!” yerine, “Avuçlarını aç” derdik. Yahut, “Çıkar ellerini cebinden de, etrafına bir bak!”

Olabilirdi evet! Diz kapaklarımızın üzerinde, ensemizde, kulak kepçelerimizin hemen arkasında, burnumuzun üstünde, çenemizin altında, başımızın tam tepesinde, boynumuzda, göbeğimizin her iki yanında, hatta ayak tabanlarımızda olabileceği gibi, gözlerimiz avuçlarımızın içinde de olabilirdi pekâlâ…

Pekâlâ ama, siz hangisini tercih ederdiniz?

Göz o kadar kıymetli, o kadar önemli bir organdır ki, eğer gözlerini sonradan kaybetmiş, yahut doğuştan görme engelli birine bu soruyu soracak olsanız, “Aman efendim, şu dünyayı, gökyüzünü, çiçekleri, kelebekleri, kuşları hele hele de anneciğimin yüzünü görebileceksem, neremde olursa olsun. İki tane de istemem; yeter ki bir gözüm olsun!” diyecektir.

Fakat aynı soruyu, gören sağlıklı bir çift göze ve hardal tanesi kadar akla sahip kime sorarsanız sorun, “Nerede mi?” diye cevap verecektir şaşkınlıkla. “Elbette şu an oldukları yerde!”

Bütün bedenimizde, gözlerimizin sığabileceği yüzlerce, belki de binlerce farklı nokta vardır basit bir baş hareketi ile sağımızı solumuzu, gökyüzünde parıldayan yıldızları, yerde gezinen karıncaları, bu kadar kolay ve geniş bir açı ile görebileceğimiz başkaca bir yer yoktur.

Üstelik gözlerimizin şu an bulunduğu yer, ellerimizi görebileceğimiz en doğru yerdir.

Belki daha önce aklınıza gelmemiş olabilir. Ama biraz düşündüğünüzde bana hak vereceksiniz.

Bir yazar yazı yazarken, bir usta vida sıkarken, bir aşçı pasta yaparken, bir terzi dikiş dikerken, bir marangoz çivi çakarken, bir avcı ok atarken, bir çiftçi avuç avuç tohum saçarken tarlasına, yahut keskin orağı ile buğday biçerken, bir fırıncı ateş yakarken, bir mimar plân çizerken, bir amele tuğlaları üst üste koyarken, bir müzisyen piyano çalarken, bir anne bebeğinin altını değiştirirken, iyi kalpli bir çocuk, kediciğinin sırtını sıvazlarken, bir hayta ötekini adam akıllı marizlerken hep ellerini kullanır.

İnsan için ellerini görmek, çevresini görmek kadar önemlidir. Çünkü eli işte olanın, gözü oynaşta olmamalı, gözü de işte olmalıdır.

Eğer gözlerimiz ellerimizi bu kadar kolay, bu kadar rahat, üstelik “üç boyutlu” görebileceğimiz bir yere konmamış olsaydı, insanoğlu tekerleği biraz zor icat eder, Ay’a da bir tek, Verne giderdi!

Bütün bedenimizde, gözlerimizin sığabileceği yüzlerce, belki de binlerce farklı nokta vardır evet! Ama gözlerimiz tam yerindedir. Tam olmaları gereken yerde! Tıpkı görmeleri için gerekli ışığın 149.600.000 km öteden yaldır yaldır geldiği Güneş’in, tam olması gereken yerde olması gerektiği gibi…

İki göz bir bakış

İNSANIN hiç gözü yoksa, bir göz iyidir. Hatta iyiden de ötedir.

Peki ya iki göz? İki göz muhteşemdir.

Öyle ise üç göz muhteşem ötesi, dört göz olağanüstü, beş göz, “Ay hislerimi ifade edemiyorum?” olmalı değil midir?

Hayır! Hayır! Bazı hesaplar böyle yapılmaz. Çünkü her iyi, çoğalınca çok iyi olmaz.

Salticidae familyasından, altı hatta sekiz gözü bulunan birtakım örümcekleri, binlerce farklı petek gözden oluşan acayip gözleri ile arıları, karıncaları, bütün o öteki böcekleri hesaba katmazsak, sürüngenler, balıklar, bütün memeliler, cümle kuşlar ve elbette insanlar iki gözlüdür.

Renkleri, biçimleri, ebatları, ait oldukları canlının yüzünde durdukları yer, görüş özellikleri, aralarındaki mesafe farklı farklı da olsa, bütün iki gözlü canlılar, ne daha az ne daha fazla değil sadece iki göze sahip olmaktan son derece memnundur. Çünkü ihtiyaçlarını karşılamak için iki göz hepsine kâfidir.

Hadi üçü, beşi, altısı, sekizi için zarar ziyan, lüzumsuz, üstelik çirkin de durur diyelim.

Peki ama neden iki göz?

Bir kafaya bir göz, kâfi değil midir yani?

Bir kafaya neden iki göz?

Basat adında sabah kahvaltısında yürek yemiş bir delikanlı tarafından tepelenip yere serilen Tepegöz’ü, eski Yunan masallarındaki ürkütücü Kikloplar’ı ve Monster Universite’den muhteşem Mike Wazowski’yi saymazsak, yeryüzünde tek gözlü hiçbir canlı türü bulunmaz.

Görmek için tek bir göz yeterken ve kâinatta yıldızlardan çiçeklere kadar yaratılmış hiçbir şeyde ve hiçbir yerde işe yaramaz bir fazlalık, gereksiz bir detay yokken, neden gözler iki tanedir?

Sadece güzel görünsün diye midir?

Aslında evet, bu bile tek başına yüzümüze iki göz konulması için yeterli bir sebeptir.

Allah güzel olsun ve bakanların içi açılsın, gözlerin hoşuna gitsin diye sayısız şey yaratmıştır bu evrende.

Çiçekler, kelebekler ve geceleri yıldızlar mesela… Ama yoktan ve hiçten varedilmiş her şey gibi, güzel şeylerin de güzel görünmelerinin dışında, böyle güzel, böyle şirin, böyle sevimli, böyle alımlı, böyle estetik ve böyle muhteşem yaratılmalarının pek çok sebebi ve pek çok da hikmeti vardır…

Hikmet nedir bilir misiniz?

Hikmet, yapılabilecek en basit ve en sade tanımlama ile “Acaba neden böyle?” sorusunun cevabıdır.

Ve bir şeyin “Acaba neden böyle?” olduğunu anlamanın en kestirme yollarından biri, bir başka soruya, “Acaba öyle olmasaydı nasıl olurdu?” sorusuna cevap aramaktır.

Kollarınızı ileriye doğru uzatın. Her iki kolunuzu da. Şimdi de işaret parmaklarınızı birbirlerine doğru uzatın. Aralarında bir miktar mesafe olsun. Ve bir gözünüzü kapatarak (sağ ya da sol farketmez) işaret parmaklarınızı birbirlerine değdirmek için hızlıca yaklaştırın. Büyük ihtimalle bunu ilk seferde yapamayacaksınız. Bir kaç denemeden sonra, belki parmak uçlarınızı tık diye birbirine değdirmeyi başarabilirsiniz.

Şimdi aynı şeyi iki gözünüz de açıkken yapın.

Hangisi daha kolay oldu? İki gözünüz açıkken değil mi? Peki ama neden, niçin ve nasıl? Tek gözünüzle de her iki parmağınızı gayet rahat görüyordunuz oysa…

Trigonometri bilmenin faydaları

Size, “domalan mantarı” toplamak için sabah erkenden evlerinden çıkan ve öğleye doğru dımdızlak bir ovanın ortasında yorgunluktan bitmiş tükenmiş bir halde kalakalan—üstelik tek bir domalan mantarı bile bulmuş değillerdi—iki arkadaş ve uzaklardaki bir ağaç arasında geçen ilginç bir hikâye anlatayım mı?

İlginç hikâyelere bayılırsınız biliyorum o yüzden cevap vermenizi beklemeden anlatmaya başlıyorum hikâyemi, Fakat işin içinde bir miktar da trigonometri var ona göre…

Egşantrik ve aynı zamanda komik iki isim uydurmak için zaman harcamayalım ve bu dımdızlak ovadaki birinci arkadaşa A, ikinci arkadaşa ise B adını verelim gitsin. Ağaç ise C olsun.

Bu iki amansız domalan mantarı avcısı, henüz tek bir domalan mantarı bulabilmiş değillerdi ama aranıp taranmaktan, taşı toprağı eşelemekten hatırı sayılır miktarda yorulmuşlardı.

Biraz dinlenmeye karar verdiler. Üzerinde hızlı hareket edebilen kaya kertenkelelerinin bir görünüp bir kaybolduğu irice bir kayaya sırtlarını dayayıp oturdular. Oturdukları yerin oldukça uzağında, o dımdızlak ovanın orta yerinde, yapayalnız bir ağaç gördüler.

“Keşke şu ağacın altına kadar gidip orada dinlenseydik” dedi A. “Hem gölgede oturduğumuz için tepemizi böyle güneş yakmazdı.”

Ancak yorgunluktan olacak, ağaç onlara o kadar uzakta göründü ki, ayağa kalkmak yüklerini sallasırt edip yola çıkmak hiç işlerine gelmedi.

“Oturduk bir kere” dedi B.

“Biraz dinlenmeden hiçbir yere kımıldamam ben!”

A ise biraz daha gayret edip o ağacın altına kadar gitmek taraftarıydı.

“Sence o ağaç bize ne kadar uzaktır ki?” dedi.

B gözlerini kısarak ağaca baktı.

“Tam olarak emin değilim ama yedi yüz-sekiz yüz-dokuz yüz metre var sanki!” dedi.

“O kadar yoktur!” dedi A. “Olsa olsa dört yüz elli metredir…”

“Senin yaptığın hesaba inanıp hayatta yola çıkmam artık ben!” diye öfkeyle cevap verdi B.

“Teessüf ederim” dedi A. “Neden böyle bir kanaate sahip oldun şimdi durup dururken?”

“Durup dururken mi? Durup dururken mi? Buraya gelirken senin yüzünden elli tane şeker çuvalı aldık yanımıza. Niye? Güya topladığımız domalan mantarlarını içine koymak için!”

“Kaç tane domalan mantarı bulduk peki?”

A bu soruya cevap vermek yerine kayalıktaki minik karanlık bir delikten kafasını çıkaran korkak bir kaya kertenkelesini göstermekle yetindi. “Bak! Bak! Bak!” Çünkü henüz tek bir domalan mantarı bile bulamamışlardı. B bir kısmının üzerine oturduğu boş çuvallara hırsla bir yumruk attı.

“Yoruldum ben!”

Güneş tam tepelerindeydi ve yüzlerindeki deriyi sıyırıp alacakmış gibi cayır cayır bir rüzgar esiyordu.

“Domalan mantarıymış! Hah!” diye bir kez daha sızlandı B. Ve bir süre ikisi de hiç sesini çıkarmadı. Sonra A’nın hışırtı sesi ovaya yayıldı.

“Buldum!”

“Ne buldun!”

“O ağacın bize ne kadar uzak olduğunu nasıl bulacağımızı buldum.”

“Yine parlak bir fikir! Bittik desene bu sefer.”

A hevesle ayağa kalktı üstünü başını silkeledi, pantolonunu çekeleyip düzeltti ve B’ye ağaç ile aralarındaki mesafeyi yani ağacın kendilerine olan uzaklığını nasıl hesap edeceklerini anlattı.

Doğrusu anlattıkları oldukça mantıklı görünüyordu. Yani en azından bir günde elli çuval domalan mantarı toplamak fikrinden çok daha mantıklı…

Plâna göre A ile B aynı hizada birbirlerinden 100 metre uzaklaşacaklar ve bulundukları noktadan bakıp ağaç ile aralarındaki açıyı aşağı yukarı tahmin etmeye çalışacaklardı.

Her ikisi de birbirlerinden, her biri tam olarak 1 metre gelen 100 kocaman adım uzaklaştıktan sonra A sağ kolunu B’ye doğru, sol kolunu da ağaca doğru uzattı. Parmakları tam ağacın hizasındaydı. Bu şekilde iki kolu arasındaki açı bir geniş açı değildi, dik açı da değildi ama çok dar bir açı da değildi.

“Olsa olsa 60 derece!” dedi A.

Sol kolunu A’ye sağ kolunu ise ağaca doğru uzatan B de ağaç ile arasındaki açıyı tespit etti.

A, B’ye seslenerek açının kaç derece olduğunu sordu.

“30 derece!” diye bağırdı B.

Cebinden bir not defteri ve bir tükenmez kalem çıkaran A, önce A, B ve C arasında bir üçgen çizdi.

Bu üçgenin taban uzunluğunu biliyordu. Her bir adımı 1 metre olarak hesap etmiş ve aralarındaki mesafenin 200 metre olduğuna karar vermişti. Bu üçgenin taban açıları da belliydi: 60 derece ve 30 derece.

Ardından birtakım işlemler yaptı. Oldukça karışık işlemler!

Kısa bir süre sonra yüzü sevinçten parlayan A, C ile şu anda durduğu nokta arasındaki mesafenin aşağı yukarı 100 metre olduğunu buldu.

“Benim durduğum yer ile ağaç arasındaki mesafe 100 metre!” diye B’ye seslendi,

Bununla da kalmayan A, B’nin 30 derecelik açıyı ölçtüğü nokta ile ağaç arasındaki mesafeyi de hesapladı. 173 metre.

“Senin durduğun yer ile ağaç arasındaki mesafe ise 173 metre!”

Her ikisi de koşa yürüye, eşyalarını bıraktıkları kayanın yanına geldiklerinde B nefes nefeseydi ve “Emin misin gerçekten?” dedi. “Yoksa yine salladın mı?”

Doğrusu A’nın yine salladığını düşünmek için elinde elli boş çuval dolusu gerekçe vardı.

A kendinden gayet emindi. “İstersen ölçelim!” dedi. “O zaman burada oturmaktansa ağacın altına gidelim” diye cevap verdi B. “Hiç değilse güneşten kavrulmayız. Üstelik o bir ceviz ağacına benziyor!” dedi A. “Domalan mantarı bulamadık ama eve bir çuval dolusu ceviz ile dönebiliriz pekâlâ.”

İki ahbab adımlarını saya saya C’ye kadar gittiler. Ve her bir adımı 1 metre saymak şartı ile A’nın bulduğu mesafe ile adım adım ölçtükleri mesafenin çok küçük bir farkla aynı olduğunu gördüler.

Bu arada G gerçekten de bir ceviz ağacıydı.

Paralaks Metodu

Peki A nasıl olmuştu da bu kadarcık veri ile G ile yani ceviz ağacı ile aralarındaki mesafeyi bulmayı başarmıştı. B’nin deli gibi merak ettiği şey buydu işte!

“Elbette PARALAKS METODU ile!”

“Paralaks Metodu mu?” O da neyin nesi?”

Paralaks Metodu, iki farklı noktadan ve iki farklı açı belirleyerek, uzaktaki bir noktanın— bu bir ağaç, bir dağ, hatta bir yıldız da olabilir—ne kadar uzakta olduğunu belirleme metoduna denir.

Şimdi neden tek gözümüz kapalıyken işaret parmaklarımızı birbirine şıp diye denk getiremediğimizi anladınız mı?

Tamam tamam şaka yapıyordum zaten!

Mesele şu:

Sağ gözümüze A sol gözümüze B noktası adını verelim. Bu ikisinin arasındaki mesafe bellidir ve beynimizin programında kayıtlıdır.

İşaret parmaklarımızın birbirine değeceği nokta da G olsun. İki üz açıkken sağ ve sol gözümüzün Ç noktasından aldığı iki farklı açıdan gelen görüntü beynimiz tarafından değerlendirilip birleştirilir.

Ve biz hiç ama hiç farkında olmadan saliseler içinde az önce A’nın yaptığı trigonometrik işlemler yapılır.

Böylece G noktasının yeri bakar bakmaz beynimiz tarafından tesbit edilir. O yüzden iki gözümüz de açıkken parmaklarımızı şıp diye birbirine dokundurabiliriz. Ama tek gözümüzle baktığımızda G noktasının uzaklığını hesap etmek için gerekli verileri beynimize iletemeyiz. Bu yüzden mesafe hesaplanamaz. Mesafe hesaplanamadığı için de, işaret parmaklarımızı birbirlerine değdirmekte zorlanırız. Çünkü parmaklarımızın hangi noktada birbirlerine değeceğini kestiremeyiz. Beynimiz kollarımızdan ellerimize ve parmak uçlarımıza kadar nereye uzanıp hangi noktada duracağına dair gerekli bilgiye göre sinyal gönderemez.

Peki ama bunun bize tek faydası işaret parmaklarımızı birbirine çok daha kolay değdirmek mi? Öyleyse eğer, bu kadar zahmete ne gerek vardı, değdirmeyiverirdik, olur biterdi!

Üç boyutlu görmek

Bir ağaca baktığımızda onun dalları ve yaprakları arasındaki yakınlık ve uzaklığı hemen farkedebiliyoruz. Bütün yaprakların yahut bütün dalların bir hizada olmadığını, bazılarının önde bazılarının arkada olduğunu farkedebiliyoruz.

Çünkü her iki gözümüze gelen iki farklı açıya sahip görüntüler, beynimize gördüğümüz şeylerin yerlerini tesbit edebilecek bilgiyi verir. Ama eğer tek gözümüz olsaydı bunu farkedemeyecektik. Bütün dalları ve yaprakları bir minyatür resmi gibi iki boyutlu olarak görecektik. İşte iki göze sahip olmanın avantajı budur!

Baktığımız şeylerin uzaklıklarını, daha doğrusu birbirine olan uzaklıklarını çok daha doğrusu, neyin önde neyin arkada olduğunu kestirebilmemiz, iki gözlü bakış ile mümkündür ancak. Beynimiz her iki gözden gelen görüntüleri değerlendirir ve milyonlarca trigonometrik işlem yaparak, paralaks metodu ile dünyayı “üç boyutlu” görmemizi sağlar.

Ancak tek gözünüzü kapattığınızda bütün dünyayı bir Matrakçı Nasuh minyatürü gibi görmeyi beklemeyin hemen. Çünkü beynimiz bir ağacın, bir bulutun, bir yolun, bir dağın görüntüsünü artık ezbere bildiği için, onları yine eskisi gibi görür. Daha doğrusu eskisi gibi görmese bile öyle algılar. Ama eğer dünyaya tepegöz gibi tek bir göz ile gelmiş olsaydık, boyut algımız çok daha farklı olurdu. Uzak yakın, ön arka gibi kavramları bir bakışta kestiremezdik.

Günlük hayatımız içinde kolayca yapıverdiğimiz pek çok iş son derece zor bir hale gelirdi.

Bu yüzden Tepegöz’ün, burnunun dibine kadar gelen Basat’ı yakalayamamasına hiç şaşırmamalı, Çünkü elini atıp onu tek bir seferde tutabilmesi neredeyse mümkün değildi…

Bu arada Mike Wazowski, neden bu kadar sakardı sanıyorsunuz?

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.