Tamara Kitap Özeti
Tamara Kitap Özeti
Tamara Kitap Özeti
Tamara Önsöz
Merhaba Annemin bana anlattıklarını sizlerle paylaşacağım. Yıllar önce annemden hatıralarını yazmasını istedim. O da hemen;
– Olur dedi. Ama benim daktilomun bazı tuşlar iyi basmıyor, bana bir daktilo lâzım dedi
– Tamam anne bizde güzel daktilolar var. Hangisini beğenirsen onunla yazabilirsin dedim birini seçti. Bir süre birkaç sayfa yazdı. Ondan sonra orada kaldı. Devamı gelmedi. Bunun üzerine eşimle aramızda ne yapsak diye konuştuk. Yalçın da bana;
– Annen daktilo ile yazacağına anlatsın. Sesini kaydedelim. Sen de yazıya dökersin onları dedi. Tamam dedik. Anneme anlattık. O da kabul etti. Böylece annemin kasetefonuyla macerası başlamış oldu. Bir süre sonra,
– Birsen bu olmuyor dedi. Böyle makinenin karşısına geçip de konuşmak garip geliyor bana konuşamıyorum.
– Peki anne dedim. O zaman ben yanına oturur dinlerim seni. Sen anlatırsın, arada da kaydederiz onları daha sonra ben yazıya dökerim. Tamam dedi. Böylece bu maceraya başladık. Uzun zaman, kesik kesik, aralarla yoruluncaya kadar bana anlatmaya devam etti annem. Artık iyice yorulduğu zaman bunu kesmiş olduk. Devam etmedi konuşmaları…
Anneme hatıralarını anlat demiştim, ben dinlemeyi de severim. Bir zamanlar eniştemin çıkarttığı bir haftalık siyasi dergide çalışıyordum. O ara çok çeşitli misafirleri oluyordu. Eski önemli yazarlar, siyasetçiler. Bazılarıyla birlikte öğlen yemekleri yeniyordu. Masa sohbetleri güzel geçiyordu. Bazı misafirler çalışanların da beraber oturup dinlemesini istiyordu meselâ bunlardan biri Şevket Süreyya Aydemir’di. O konuşurken acele işi olan arkadaşlarımız kalkıp gidiyorlardı. Şevket Süreyya elimden tutup;
– Sen otur, genç arkadaş sen otur dinle diyordu. Ben de dinliyordum memnuniyetle onu. Ben anlatılanları dinlemeyi de severim sabırlıyımdır. Onun için annemin anlattıklarını da keyifle, ilgiyle, zevkle dinledim, kaydettim.
Annem hayattayken, ben, kaydettiğimiz bazı kasetleri dinleyip, bazı bölümleri birkaç sayfa da olsa yazıya dökmüştüm ama arada iş güç, hastalık, bazı olaylar, kayıplar, şu bu derken ara verdim. Annemi kaybettikten sonra da onun sesini dinlemek oldukça zordu. 2005 yılında annemi kaybettik, 22 Nisan 2005 günü vefat etti, aramızdan ayrıldı.
Annemi kaybetmenin acısı daha çok yeniydi. Onun için uzun zaman dinleyemiyordum. Birkaç ay önce yeğenim İpek İstanbul’dan beni aradı. Onunla uzun uzun telefonda konuşurken arada bana “Birsen sen yengemin anlattıklarını hâlâ yazıya dökmedim mi? Yengem yazmanı isterdi”dedi bana. Haklıydı. Artık o kasetleri bir ele almam gerekiyordu. Zordu ama yapmalıydım. İpek beni teşvik mi etti diyeyim, gayrete mi getirdi…
Aramızdan ayrılışından yıllar sonra da olsa sevgili annemin bana anlattıklarını tekrar tekrar dinlemeye başladım. Günde birkaç saat tekrar tekrar dinleyerek yazıya döktüm. Artık aramızda olmayan çok sevdiğiniz birinin, annenizin sesini dinlemek çok değişik bir duygu. Kolay değil… Her gün 4-5 saat dinleyerek, kasetteki konuşmaları tekrar tekrar dinleyerek bir yapboz, bir puzzle yaparcasına bu derlemeyi yapmış oldum.
Aslında güzel bir şey. Sesini dinliyorsunuz. Güzel değişik bir duygu. Çok çok uzaklarda olan, aranızdan çok çok yıllar önce ayrılmış birinin sesi ve sanki o da yanınızdaymış gibi size anlatıyor. Çok değişik bir duygu ama bu duyguyu annemin anlattıklarını derlerken yaşamış oldum. Buna benzer başka şeyler de oluyor, meselâ İnguşlar rahmetli dedemle ilgili filmler yapmışlar. Rusça filmler.
Ah, diyordum keşke annem de şimdi hayatta olsa, onunla kanepede yan yana otursak o bana mutluluktan göz yaşları içinde neler anlatıldığını spontane olarak Rusçadan çevirse… Çok daha iyi anlardım, çok güzel olurdu. Ya da Kuzey Kafkas Cumhuriyetini yıllar sonra unutmamış olanları, büyük bir kadirşinaslıkla Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti kuran büyüklerimizi ananları, onlar için anma günleri düzenleyenleri, ayrıca mini videolarla rahmetli dedemi ve rahmetli arkadaşlarını andıklarını keşke annem hayatta olup görseydi.
Ne kadar mutlu olurdu. Yan yana oturup bunu izlerdik. O, gözlerinden yaşlar süzüle süzüle ve büyük mutlulukla bunları görür, çok duygulandırdı diye düşündüğüm oluyor. İyi ki varsınız diyorum. Onlara çok çok teşekkür ediyorum. Yıllar sonra hatırlayıp andıkları için.
Tamara Kitap Hakkında
Yazar : Birsen Kamacıoğlu
Yayıncı : Birsen Kamacıoğlu
Yayınlanma tarihi : 21 Eyl 2022
ISBN : 9798987133002
Sayfa sayısı : 137
Tamara Kısa Özet
Arkadaşıma, kasetime alışmak istiyorum. En büyük arkadaş bu olacak. Bütün hislerimi, düşüncelerimi buraya aktarmak istiyorum. Dünyayı seviyorum, insanları seviyorum, bütün geçmişimi seviyorum, yakınlarımla iftihar ediyorum. Yaşlıyım. Şimdi yetmiş dört buçuk yaşındayım. Çok şeyler gördüm, çok şeyler işittim. Çocuklarıma, torunlarıma ve sonra onların çocuklarına bir şey anlatmak istiyorum. Eğer merak ederlerse! Ben, Tamara Cabagi, eşimin ve benim soyadım Cankat. Yani ben Tamara Cankat. Wassan Giray Cabagi’nin ve Halime Cabagi’nin en küçük kızıyım. 1919 da 20 şubatta Tiflis’te dünyaya geldim.
Bugün tekrar arkadaşımla, kasetefonla konuşmak istiyorum ve çok sevdiğim, unutamadığım, her zaman beraber olduğum, vefat ettiği halde hâlâ yanımda yaşıyormuş gibi düşündüğüm, hissettiğim eşim Hayri Cankat’ın hanımıyım. Eşim eşsizdi. Eşi yok, ona benzer bir kimseyi dünyada görmemişim gibi geliyor bana. Onu ilk gördüğüm zaman bir heyecan duydum. Bu heyecanı hiçbir zaman unutamam. Rahmetli eşim derdi ki, “Biz birbirimiz için yaratılmış iki insanız. İki elma yarısı bir araya geldi.” Bu kadar mükemmel arkadaşlık çok az kimsede bulunabilir. Allah rahmet eylesin beni çok mutlu etti. İki çocuğumuz oldu. Biri Birsen biri Cabağ. Mutlu bir ailemiz vardı. Şimdi, rahmetli Hayri’nin, babamın, annemin hatıralarıyla yaşıyorum. Onun için tek başımayım. Hâlâ o eski Tamara gibi otoriter bir kadınım ve öyle kalmak istiyorum. Ben Hayrim’in eşiyim. Onu hiçbir zaman unutamam. Evvela babamın hikayesini anlatayım. Benim babam Wassan Giray Cabagi Kafkasya’da dünyaya geldi.
Babası çok otoriter, aklı başında ve mert, yiğit bir adam, İji Cabagi. Halen Kafkasya’da onun ismine izafeten bir yer vardır. Nazran’da Nasırkort’ta İjiyurt yani İji’nin memleketi diye bir yer vardır. Dedem kendi memleketinde, kendi hemşerilerinin arasında parmakla gösterilen bir adammış. Dediğim gibi çok otoriter, sert ve kahraman bir kimseymiş. Hiç kimse onunla boy ölçüşemezmiş. Dedem ne yazık ki, çok genç yaşta, kırk beş yaşında vefat etmiş. Size karakteri hakkında da bir fikir verebileceği için onun vefatını anlatayım. Dedem hasta yatağında yatıyormuş, bütün ailesi, kadınlar onu iyileştirebilmek için etrafında pervane kesilmişler, ellerinden geleni yapıyorlarmış. İnguşetya’da devamlı dedemle rekabet halinde olan, soyadı Bazorkin olan bir adam varmış. Bu adam dedemin hastalandığını duyunca, kalkmış dedemin evine geçmiş olsuna gelmiş. Dedeme onun geldiğini, kendisini görüp geçmiş olsun demek istediğini söylemişler. O da “Verin elbiselerimi” demiş. Kafkasya’da giyilen o güzel elbisesini, çerkeskasını giymiş, kemerini sımsıkı bağlamış ki – gevşek bırakmak ayıpmış, erkeklerin kemerlerini sımsıkı bağlaması gerekirmiş. Ve çıkmış adamın karşısına. Evdeki hanımlardan, akrabalardan yemekler hazırlamalarını istemiş. İşte bu tipik bir olay. İnguşetya’da misafir geldiği zaman evvela çarçabuk çapilgiş diye bir yemek hazırlanır. İnguşların çapilgiş dedikleri bu yemeği Asetinler de yaparlar ve ona valibah derler… Hemen hemen her inguş evinde hazır hamur bulunurmuş, misafir gelir gelmez evvela çapilgiş ikram ederlermiş. Misafir bir az daha fazla kalırsa o zaman çeçen tavuğu hazırlıyorlarmış. Patatesli, sütlü bir tavuk yemeği. Misafir daha fazla kalıyorsa koyun kesiyorlarmış. Misafirin şerefine, bütün köydekiler o sitedeki insanlar, hürmete layık olan kimseler sofraya davet ediliyormuş. Dedem hasta olmasına rağmen, Bazorkin’in misafir olarak en iyi şekilde ağırlanmasını istemiş. Bazorkin’i kapıda karşıladığı zaman: -.A…. İji-( yani Elci ).. Senin hasta olduğunu duydum.
– Ben mi hastaymışım?..
– İji senin hasta olduğunu duydum da geldim demiş. O zaman hastalık erkeklere yakışmaz diye bir düşünce varmış.
– Ben senin için hiçbir zaman hasta olmam, ölmem. Bak sen sıkı dur, sen hasta olma demiş.
İşte böyle şakalaşarak, rakip olduğu halde bunu hiç hissettirmeden gayet güzel karşılamış, kabul etmiş, ikramda bulunmuş. Dedem, Bazorkin gittikten on beş dakika sonra ruhunu teslim etmiş. Zatürre geçiriyormuş, o kadar büyük bir efor sarfetmiş ki, kırk beş yaşındayken ruhunu teslim etmiş. İşte böyle bir kimseymiş dedem. Ava çıktığı zaman at üstünde gidermiş ve tüfek almazmış yanına. En çok kurt avını seviyormuş. Soğuk havalarda bulundukları bölgeye kurtlar iniyormuş ve onları yok etmek lâzımmış. En büyük zevki kama ile kurt yok etmekmiş. Tüfek almazmış. Cesur ve dürüst, efendi bir insanmış. Dedemle iftihar ediyorum. Babam babasını üç yaşındayken kaybetmiş. Babamın anlattığına göre babası böylesine gözü pek bir avcı olmasına rağmen şıklığına da pek düşkünmüş, modayı da yakından takip edermiş, hatta siyah kadife çerkezkalar giyermiş. Babam 3 mayıs 1882 günü İji Cabagi ile Barbaha Canhot’un son çocuğu olarak dünyaya gelmiş.
Babam babası İji’yi üç yaşındayken kaybettiği için pek hatırlayamıyordu. Her Kafkasyalının dedelerini bilmesi şarttır. Dedelerini bilmeyenler pek makbul sayılmıyorlar. En büyük dedemin adı Sey’miş. Sey İnguşça- yani Galgayca -geyik demektir. Çok hızlı koştuğu için ona bu adı vermişler. Onun oğlunun adı ise Borth, Borth ise Galgayca da kurt demektir. Onun oğlu Cabağ bizim büyük dedemiz ve dedemiz Elci’nin babası. Elci veyahut pek çoklarınını dediği gibi İji, az önce anlattığım gibi sayılan bir kimse, bir yiğit, bir kahramanmış. Hanımı, yani büyükannem Barbaha’nın babası okumuş yazmış kültürlü bir beyefendi, bir subaymış, adı Canhot. Babamın en büyük abisinin adı Albast’tı babamla onun anneleri ayrıydı. Onun annesi dedemin ilk hanımıydı. İkinci ağabeyi Magomed-yani Muhammed babamdan sekiz yaş büyüktü. Anne baba bir kardeştiler, babama yalnız abilik değil babalık da yapmış. Babamın sevgisini ve saygısını kazanmıştı. Babam 3 Mayıs 1882 de Vladikafkas’ta Nazran’a yakın Nasırkort’ta dünyaya gelmiş. Geçen sene Kafkasya’ya gittiğim zaman babamın doğduğu eve de gittim. Çok güzel bir ev yalnız bir az harap. Hâlâ ayakta duruyor.
Ahşap iki katlı, böyle konak biçiminde bir bina altta odalar var üstte kocaman bir teras. Ev bir tepenini üstünde dereye bakıyor, aşağıda serpantin gibi ufak bir dere akıyor. Orada, terasta bulunduğum zaman aşağıya baktım. Çocuklar Nazran deresine girip yıkanıyorlardı. Babam da her halde çocukken orada yüzüyordu diye düşündüm. Harap bir ev. Fakat benim için dünyanın en güzel evi. Mutlu oldum. Babamın evi hâlâ durduğu için. Akrabalar tamir ettireceklerini söylüyorlar. Bilmiyorum. Ben de tamir ettirmek isterdim imkânım olsa. Böyle bütün Nasırkort’a hâkim olan bir yerde. Ben orada olduğum zaman bir dokümanter film yapmak için bir ekip geldi. Kameramanlarının adı Boris’ti. Ve benimle orada röportaj yaptılar.
Aşağıya indim dereye doğru. İndim, çıktım, resimlerimi çektiler, benimle konuştular. Hayatımda en mutlu anlarımdan biriydi. Nasırkort çok güzel bir yer. Tarif edilemeyecek kadar güzel benim için. Babam işte orada doğmuş. Ailenin en küçük çocuğuydu. Babamın ablaları vardı. Pahı adında bir ablası vardı. Hâlâ torunları var Kafkasya’da. Nevruz ona evde Çoji diyorlardı, Naupi ve Futi. Futi on yedi yaşındayken, çok genç yaşta vefat etti. Sonra onun macerasını anlatacağım. Babam küçükken Nasırkort’ta annesi ve kardeşleriyle kalmış. Altı yaşına geldiği zaman, babaannem onu okula vermek istemiş. Ve Vladikafkas’a götürmüş. Babam üzerinde çerkes kıyafeti, oyuncak tüfek elinde, oyuncak kama belinde büyük şehre gelince “var mı bana yan bakan” dercesine sokakları dolaşan altı yaşında bir çocuk. Bir aileye, Kafkasya’da yerleşmiş bir Polonyalı aileye vermişler.
Babaannem uzun zaman çocuğu kime teslim edeyim diye araştırmalar yapmış. Bu ailenin dürüst namuslu olduğunu söylemişler. Onlarda babamı memnuniyetle almışlar. Babam o zamana kadar rusça bir tek kelime bilmiyormuş. Babaannem onu orda bırakıp evine dönmüş. Babamın karnı acıkmış. Söyleyememiş. Uykusu gelmiş anlatamamış. Babam onlardan hiçbir şey isteyemediği için aç susuz bitkin düşüp evdeki yüksek ayaklı bir kanapenini altında büzüşüp uyuyakalmış. Polonyalı aile onu ortalıkta göremeyince telaşlanmış aramaya başlamış ama ancak ertesi sabah onu uyuya kaldığı kanepenin altında bulmuşlar. Babam bu olayı hiç unutamamıştı. Hep anlatırdı. Babam onların evinde yavaş yavaş rusça öğrenmeye başlamış. Sonra onu Vladikafkas’taki Jimnazyuma vermişler. Babam orada yatılı okumuş. Okulda pek çok Kafkasyalı arkadaşı varmış. Hatta İran’dan gelen öğrenciler de varmış, İran’da yeterince kaliteli okul olmadığı için Vladikafkas’a okumaya geliyorlarmış. Babamın Esad Bahador adında bir İranlı arkadaşı vardı. Sonra anlatacağım. (Yıllar sonra İran da Dış işleri bakanı olmuş) Sıra arkadaşı. Babam okulda her zaman olduğu gibi lider tavırlıymış. Doğuştan lider olan biriydi.
Okulda da kendini kabul ettirmiş. Babam her zaman bize, siz çok şanslısınız, ne güzel oyuncaklarınız var. Ben çocukken Nasırkort’ta nelerle oynardım, nasıl oyuncakların vardı biliyor musunuz? diye sorar sonra küçükken kendisine verilen oyuncakları anlatırdı: “Oynamam için önce bana bir tilki getirdiler, bir süre sonra tilki dağlara kaçtı, tilkiden sonra bir kartal yavrusu getirdiler. Bir müddet onunla oynadım. Ondan sonra bir ayı yavrusu.” Ayı yavrusuyla iyi arkadaşlık kurmuşlar. Ayı yavrusu bir az büyüyünce babamla güreşmeye başlamış. Ayı büyümüş güçlenmiş. Güreşirken babamın kemiklerini kırar diye korkmuşlar. Ayıyı dağlara götürüp serbest bırakmışlar. On yaşında, Jimnazyumda okurken, öğretmenlerinden biri onu çağırmış- dediğim gibi her zaman lider pozundaymış, lider gibiymiş, sınıfta her yerde – Yarın sabah hepiniz hazırlanın en güzel elbiselerinizi giyin, yarın bayram var. En güzel elbiseleri giymiş olarak yarın salonda bayramı kutlayacağız demiş.
Rahmetli babam sormuş – Ne bayramı? diye. Rusların Kafkasya’yı işgal edişlerinin yıl dönümüymüş. Babam öğretmenine bir şey söylememiş ama on yaşındaki çocuk, birden tuhafına gitmiş. Bu nasıl olur? Bunlar bizim ülkemizi silah zoruyla işğâl ediyorlar, bu kadar insan şehit düşmüşken bunlar da bayram mı yapıyorlar diye düşünmüş. Sınıfına gitmiş. Kafkasyalı çocukları çağırmış. Onlara demiş ki “Biz bu bayrama katılmayacağız. Hasta olduğumuzu söyleyeceğiz, biz bu bayrama gitmeyeceğiz.” Babamın Ruslara ilk karşı çıkışı bu on yaşındaki karşı çıkışıydı. Okulda öğretmenlerin gözleri her zaman babamın üzerindeymiş.
Cevval, komple atlet, mükemmel jimnastikçi, enerjik, hayat dolu bir çocukmuş. Her zaman sınıfının birincisiymiş, her zaman en iyi notları alan oymuş. Meraklı bir talebeymiş, daha öğretmen bir konuyu anlatmaya başladığında ona sorular sorup açıklamalar istermiş. Bir az daha büyüdükten sonra yatılı olan talebeler oruç tutmak istemişler. Gene babamı müdüre göndermişler. Rus bir müdürleri varmış. Ramazan’da oruç tutmak istiyoruz demişler. Müdür olmaz demiş. Sizin için ayrı yemek yapmayız, ne bulursanız onu yersiniz, oruç tutmak yasak demiş. Bunun üzerine babam Vladikafkas’taki Kafkasyalı ailelere, bizim oruç tutmamıza izin vermiyorlar diye haber yollamış. Bunu duyunca Kafkasyalılar tepsi tepsi yemek pişirip akşam okula getirmişler. Okula getirilen güzel yemekleri görünce Rus talebeler bize de güzel yemeklerinizden verin demeye başlamışlar. Olmaz demişler.
Siz bizim oruç tutmamıza izin vermediniz. Oruç tuttuğumuz için bu yemekler bizim hakkımız Bunları neden anlatıyorum? Bunlar babamın ilk direnişleriydi. Babam haksızlığa ve yalana tahammül edemezdi, bu ölünceye kadar böyleydi. Bir gün kompozisyon imtihanında öğretmen yazın diye bir konu vermiş. Babam yazmış, kağıdını verdiğinde öğretmeni “Olmadı bu, yeniden yaz” demiş. Babam oturmuş o konuda başka bir kompozisyon yazmış. Öğretmen okumuş. “Wassan Giray bu da olmadı. Başka bir kompozisyon yaz” demiş. Babam öfkeyle, kızarak konuyu daha geniş bir şekilde ele alarak çabuk çabuk yazmış öğretmenine götürmüş. Zil çaldıktan sonra öğretmen babamı tekrar çağırmış ve demiş ki “Bu fevkalâde bir şey. Dört kompozisyon yazdın. Aynı konuyu dört ayrı biçimde inceledin, sen ileride yazar olabilirsin, yazı yaz. Mükemmel bir edebiyatçı olabilirsin” Babam okuldayken, her zaman babaannem ve halalarım onun bütün isteklerini yerine getiriyorlarmış.
Tabii ailenin en küçük çocuğu. Mogamed- yani Muhammed amca, ayni şekilde küçük Wassan Giray’la her zaman ilgileniyormuş. Babaannem Barbaha, komşuları, ahbapları, akrabalar, gelip oğullarını methettikleri zaman o kadar mutlu oluyormuş ki, hemen onlara bir ziyafet veriyormuş. Yemekler hazırlıyormuş. Ayrıca bodrum katında iki küp altın varmış. Onları da dağıtıyormuş. Herkes de bunu biliyormuş. Onun için babaanneme gelip oğulların nasıl diye sorduktan sonra başlıyorlarmış oğullarını methetmeye. Babaannemde o güzel lâflara, iltifatlara dayanamayıp misafirlerine hediyeler veriyormuş. Babaannem babam liseyi bitirdiği zaman kansermiş. Yanağında bir ben varmış. Gece evin içinde yürürken karanlıkta kapı kenarına çarpıp yanaktaki et benini azdırmış. O zaman tedavi, kanser tedavisi pek iyi bilinmiyordu. Babaannemin yanağına, şakağına, saçının altına hatta beynine doğru yürümeye başlamış ve babaannem bu yüzden vefat etmiş.
Ayrıca bunu söylemem lâzım ki, babam her zaman sağ yanağınızda bir yara, bir şey olduğunda dikkat edin, babaannenizdeki ben gibi kanser olmasın derdi. Söyledikleri doğruydu. 1969 da benim sağ yanağımda da iyileşemeyen bir yara oldu. Kanser teşhisi konuldu. Ameliyat edildi. Yirmi seans şua tedavisi gördüm. Ve şimdi Allaha çok şükür iyiyim. Geçen sene, gene birkaç seneden beri burnum da gene bir yara oldu ve tereddüt ediyordum gene kanser mi diye. Ve gene kanser oldu. Kafkasya’ya gittim 1992 senesinde ve orada bir ay kaldım.
Dönüşte, ertesi gün kendi kendime doktora gittim. Burnumdaki kanser parçasını aldırdım. İnşallah tekrar etmez. Şimdi gelelim gene babamla babaanneme. Babam üniversiteye girdiği zaman annesini kaybetti. Çok büyük bir şoktu. Babam annesine ve ailesine çok düşkündü. O zaman Kafkasya’da üniversite yoktu. O yüzden babam evvela Kafkasya’dan Moskova’ya gitti. Fakat üniversite talebeleri grevleri ve devamlı şekilde terör durumu olduğu için orada okuyamadı. Petersburg’a geçti. Gene orada da bir türlü okuyamadı, çünkü üniversite kapalıydı. Oradan Riga’ya geçti. Riga’da da aynı durum olduğu için Riga’dan Jena’ya (Yena) gitti. Jena küçük bir üniversite şehri, Leipzig’e yakın. Babam orada okudu. Politechnikum’a, yani yüksek teknik üniversitesine girdi. O zaman Kafkasya’da tarım çok mühimdi. Sanayii daha yoktu. Kafkasya’da sanayii fabrikaları yoktu. 1900’larda daha sanayi inkişaf etmediği için hangi fakültede okursam memleketime daha faydalı olacağım diye düşünmüş ve yüksek ziraat mühendisi, yüksek agronom olmaya karar vermiş.
İşte Jena’da Polytechnikum’a girmiş. Çok iyi bir talebeymiş orada da. Hafızası çok güçlüymüş, anlatılanları hemen kavrıyormuş. Bu özellikleriyle profesörlerin dikkatini çekiyormuş. Oradaki Jena’daki hayatı çok güzel geçmiş. Her zaman onlardan bahsediyordu. Orada, Almanya’da o zaman sırf yüksek tabaka Almanların en zengin olanları, kontlar prensler okuyorlarmış. Normal halk mesleki liselerde okuyormuş, Üniversiteyi tercih etmiyormuş. Bu Jena küçük bir üniversite şehri. Üniversitede Korporasyonlar varmış… Korporasyonlar bir tür talebe derneğiymiş, çeşit çeşit rütbeleri ve aşamaları varmış. Babam hiçbir zaman onların içine girmemiş Korporasyona giren talebelerin yuvarlak küçük siperli şapkaları varmış. Şapkalarının rengine göre hangi aşamada oldukları belli oluyormuş. Korporasyona ilk girdiklerinde, altı ay kadar tilki kuyruğunu taşımaya mecburmuşlar. Büyükler, abileri onlara çok eziyet yapıyorlarmış. Ve aşamalar, rütbeler yükseldikçe farklı şekilde davranıyorlarmış. Üniversite şehri, ufak bir şehir, hepsi zengin ve şımarık ailelerin çocukları. Şehrin ortasında bir heykel, bir kadın heykeli varmış. Sırf para cezası vermek için, bir yaramazlık yapmış olmak için gece kadın heykeline çeşit çeşit ceketler, pardösüler giydirip atkılar sarıyorlarmış.
Poliste onları yakalıyormuş, para cezası kesiyormuş. O zaman talebeler çok memnun oluyorlarmış. Bir de başka adetleri varmış. Bodrumlarda, birahanelerde kavga çıkartıyorlarmış. Düello çok modaymış. Kılıçla düello. Birahanenin ortasında bile düello yapıyorlarmış. O asil almanlar, yüzlerinde ufak bir kılıç yarası oldumu çok memnun oluyorlarmış. Babam bunların hiçbirine iştirak etmemiş, akıllı akıllı okuluna gidiyormuş, derslerini çalışıyormuş. Fakat oradaki talebelerin yaramazlıklarını anlatıyordu. Mesela at arabasına gece yarısı rektörün evinin önünde gürültü çıkartmak için teneke kutular bağlıyorlarmış. Gene polis ceza verince çok memnun oluyorlarmış. Şehrin ortasında müthiş gürültüler çıkartarak konserler veriyorlarmış, para cezasına çarptırılmak için. Para cezalarını da derhal ödüyorlarmış. Profesörler babamı çok seviyorlarmış. Üniversitede, teknik üniversitede bir adet varmış.
Profesörler öğrencileri imtihandan önce evine çaya davet ediyormuş. Ve orda sohbet sırasında talebenin kültür seviyesini, kendi dersiyle alâkasını tespit ediyorlarmış. Profesörün davetine giderken jaketatay, çizgili pantolon giymeleri ve ellerinde de şapoklak olması gerekiyormuş (Şapoklak bir tür silindir şapka, katlanan, katlandığında tabak gibi olan bir tür silindir şapka) Profesörün kapısına gelince içeri girmeden önce şapoklaklarına şak diye vurup silindir şapka haline dönüştürüp, şapkaları ellerinde içeri giriyorlarmış. İmtihan bu görüşmelerinden birkaç gün sonra oluyormuş. Bu görüşmeler sırasında zaten profesör talebesinin yeteneklerini, dersini nasıl kavradığını, kültür seviyesini tespit edebiliyormuş.
Üniversitede yapılan imtihandan sonra da bütün bunlar göz önüne alınarak notu tespit ediliyormuş. Babam orada çok güzel günler geçirmiş. Çok memnunmuş. 1908 de Jena Polytechnikum’dan agronom yüksek mühendisi olarak mezun oldu (yani ziraat yüksek mühendisi) Ünivesitede, o zaman dünyadaki bütün üniversitelerde söylenen bir gençlik şarkısı vardı: “Guaduamus igitur yu venes dumsumus viva academia viva profesores” Üniversiteyi bitirdikten sonra 1908 de babam Petersburg’da bulunuyordu. Ziraat bakanlığında çalışmaya başladı. Yetenekleri sayesinde kısa zamanda yüksek mevki sahibi oldu. O sıralarda Petersburg’da çok sayıda Kafkasyalı genç varmış. Kimisi okuyor, kimi de çalışıyormuş. Her zaman bir aradaymışlar, sık sık toplanıyorlar, birbirlerini koruyorlar, birbirlerinin meseleleriyle ilgileniyorlarmış. Birbirlerine yardım ediyorlar, fakir olanları için aralarında para toplayıp Kafkasya’ya gönderiyorlarmış. Ne gerekiyorsa yapıyor, Kafkasya ile ilgilerini kesmiyorlarmış. Babam Petersburg’dayken, Kafkasyalılardan Aytek Namitok, Haydar Bamat, Alihan Kantemir, Ömer ve İbrahim Haydaroğlu, Kırımlılardan İsmail Gaspralı babamın en iyi dostlarıymış. Tataristan büyüklerinden, önderlerinden Ayaz İshaki’de babam ile annemin gençlik arkadaşlarındandı.
Bu adlarını saydıklarımın hepsi bir yandan çalışırken bir yandan da Rusya’yı nasıl yıkacaklarının, kendi memleketlerini nasıl hürriyetlerine kavuşturacaklarını düşünüyorlarmış. Ve kendi aralarında toplantılar düzenliyorlarmış. Devamlı bir aradaymışlar. Babam hep onlarla birlikteymiş. Bir de onların büyükleri varmış. Şeyh Şamil’in torunu Zahit Şamil, İdil Ural Tatarlarından çok zengin bir tatarın kızıyla evliymiş. Evi saray gibiymiş. Devamlı şekilde onun evinde toplantılar oluyormuş. Hele Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı, Yılbaşı gibi günlerde mutlaka onun evinde toplanılıyormuş. Babam onların devamlı misafirlerinden biriymiş. O zamanlar orada bulunan Kafkasyalılar içinde öyle bir birlik ve beraberlik varmış ki… Babam bunu hiç unutamıyordu. Şamil’in torunu kendi hemşerisi Kafkasyalı gençleri evinde toplarken, Tatar asıllı olan hanımı da tatarları evine davet edermiş.
Yani evlerinde çarlık Rusya’sına karşı neşeli bir cephe toplanıyormuş. Eğlence maskesi altında bunlar devamlı şekilde memleket meselelerini düşünüyor, tartışıyorlarmış. Babam Petersburg’dayken iki erkek yeğenini de yanına almış okutuyormuş. Ablasının çocukları. İnaluk ile Sultan, babam onların üzerine titrermiş, onların okumasını istiyormuş. Sonra ona pek fazla teşekkür etmediler galiba. Annemde o sıralarda Petersburg’da Fransız filolojisinde okuyormuş. Şeyh Şamil’in torununun hanımı onu çok seviyormuş. Kafkasyalı ve Tatar öğrencileri hep bir arada ağırladıkları bir toplantı sırasında Kafkasyalı gençler kendi milli oyunlarını oynamak istemişler. Ama o sıralarda Kafkasyalılar arasında tahsil yapan hiç kız öğrenci yokmuş. Tahsil için ta Petersburg’a kadar gitmiyorlarmış.
Kafkas oyunu oynarken de bir hanım, dam lâzım. Ne yapalım diye düşünmüşler. Annemi genç ve zarif bir kız olarak görmüşler. Demişler ki başka bir odaya geçelim, armonik ve mızıkayla çalarak bu hanıma Kafkas oyununu öğretelim. Annem Petersburg’a gelmeden önce, yalnızca asilzade kızların öğrenci olarak kabul edildiği bir enstitüde- jimnazyumda- Bialistok’da okumuş. Onun okulunda yalnızca asil olanlar okuyabiliyormuş. Sonra annemden bahsederken anlatacağım, okuldaki hayatını, annemin ailesini… Annem okulda bale dersi aldığı için, başka folklor danslarını da bildiği için hemen, kısa zamanda babamdan Kafkas oyununu öğrenmiş. Salona dönmüşler, Lezginkayı birlikte oynamışlar, müthiş bir alkış almışlar. Babam o zaman otuz yaşındaymış annem ise yirmi. Aralarında on yaş fark vardı. Babam artık olgun bir beydi, annem ise bir genç kız. Babam annemi çok beğenmiş. Ondan sonra… Bugün yoruldum bitiriyorum, kusura bakmayın. Şimdi neler anlattım? Bazı şeyler izah etmek için annemin ailesini anlatmak istiyorum. Annem Polonya veya Litvanya dedikleri Tatarlardandır.
Babası Lütfi Bayraşevski Polonya’da Lütsiyan(Lucjan) da diyorlardı. Annemin annesi Krynicki – Kriniçskilerdendi. Kriniçskiler Vasilishki de oturuyorlardı. Ben oralara gittim ve Kriniçskyleri gördüm ve anneannemin tarafını gördüm Şimdi Polonya’da Vilno da. Vilno şimdi Litvanya’nın başşehri olan Vilnius da yılbaşına doğru her sene ananevi (geleneksel) bir Tatar balosu oluyordu. Tatar büyükler, meşhur okumuş yazmış insanlar aileleriyle, kızlarıyla, oğullarıyla beraber her sene Vilnius ta ki bu geleneksel baloya gidiyorlarmış. Önce gündüz Vilnius’taki camide hep birlikte namazlarını kılıyor dualarını ediyor sonra da aileleriyle birlikte akşam ananevi (geleneksel) Tatar Balosuna katılıyorlarmış. O balolarda gençler birbirleriyle tanışıyorlarmış. Çünkü bu balolara katılanlar daha ziyade Polonya’daki okumuş yazmış, Polonya’nın her yerine serpilmiş aileler ve çocuklarıymış. Senede bir defa orada o baloda bir araya geliyorlarmış. Gençler birbirlerini tanıyorlar, birbirlerini beğenenler evleniyorlarmış. Bu balo birçok gencin yuva kurmasına vesile oluyormuş…
Bu balodan birinde büyük babam, yani Lütfü Bayreshevsky anneannem Safiye Kriniçska ile tanışmış. Dedem anneannemden yaşça epeyce büyüktü Anneannem o zaman 15-16 yaşlarında uzun boylu güzel de bir kızcağızmış. Dedem onu o kadar çok beğenmiş ki efendim dans esnasında, vals yaparken anneannemi yanağından öpmüş ve hemen “Annen, baban nerede seni isteyeceğim” demiş. Gitmiş onların yanına ve anneannemi istemiş. Bayraşevsky ailesi meşhur bir aileydi. Anneannemin ailesi bir Bayraşevsky kızları ile evlenmek istiyor diye çok sevinmiş ve Pekâlâ demişler. Çok kısa zaman sonra evlenmişler. Wolkowysk da Bialystok vilayetinde ufak bir taşra şehri. Dedem Wolkowysk da noterdi. O zaman Noterlik çok saygın bir meslek. Noterler çok emin insanlardı hukuktan anlayan herkesin saygısını kazanmış insanlardı. Dedem de öyleydi herkes tarafından takdir edilen sevilen bir kimseydi. Çocukları oldu. Çok çocuğu oldu 12 tane çocukları olmuş en büyükleri annem. Annem Halime fakat Polonya’da o Rus hakimiyetinde olduğu zamanlardaki şey efendim oradaki nüfus kayıtları muhakkak onların anlayabileceği şekilde tutuluyormuş. Onun için resmi kayıtlarda annemin ismi Helena, Halime Helena, Bayraşevska oldu.
Annem on iki çocuğun en büyüğüydü. Benim tanıdığım yedi kardeş. Beş çocuk küçük yaşta ölmüş. Annem dedeme çok benziyormuş. En kıymetli kızı işte. Annem ilk okulu Wolkowysk da bitirmiş. Ondan sonra aristokrat kızlarının gittiği bir okulda, İnstytut Noble Gorodnych Dziewic adlı bir okulda (kabaca tercüme edersek cömert asilzade bakirelerin enstitüsü) okudu . Annem on yaşındayken oraya gitti ve leyli (yatılı) olarak okudu. Ayrı bir üniformaları vardı. Fotograflarda göreceksiniz ve o okula girmek için asalet ünvanı göstermek lâzımdı. Annem Prens ailesindendi. Bayraşevsky’ler Prensdi. Bunu anlatayım 1481 senesinde annemin büyük büyük dedesi Kırım’dan gelmiş. Evvela sefir olarak Polonya’ya gelmiş. Sonra tercüman olarak yani Polonya Litvanya kralının yanında Kırım lisanında Polonya resmi tercüman olarak almış, prenslik de vardı. Prenslik vesikası vardı. Ben hatırlıyorum böyle yana doğru açılıyordu. Onu maalesef Halimat ablam Amerika’ya götürdü giderken. Nedense benden aldı. Bunun gibi birçok vesikayı da aldı benden ablam. Ailede en büyük kız benim diye kendinde hak gördü. Onun aldığı bütün vesikalar kayboldu gitti. O vesikalar için çok üzülüyorum.
Hatta bunu düşünürken çok yoruluyorum ve bu kadarcık Şimdilik kesiyorum. Şimdi de okuldan, annemin Okulundan bahsedeceğim. Her yaz annem Bialystok’tan Wolkowysk’a geliyordu. Dedem büyük bir evde oturuyordu. Wolkowysk’ın merkezinde bahçe içinde çok güzel 14 odalı bir evde oturuyordu. Ben Polonya da iken efendim o ev olduğu gibi duruyordu. Ve dedemin yerine gelen, orada noter olarak çalışan bir Polonyalı aile, bizim dostlarımızdı, onlar dedemin evinde oturuyorlardı. Oraya giderdik. Bahçede şey vardı. Dedemin eski evinin bahçesinde ne diyorlar şey voleybol sahası vardı. O noterin, Polonyalı noterin çocuklarıyla oynardık. Bizler takımlar kurup voleybol oynardık. Ben en küçük olduğum için bana hiçbir zaman servis filan vermiyorlardı. Rastgele bir yere koyuyorlardı beni sen küçüksün, sen beceremezsin diye. Şimdi bir hatıra anlatmak istiyorum Annem enstitüde en son sınıftayken bir Rus arkadaşı varmış. Annesi ile babası peşpeşe ölmüşler.
Kız tek başına kalmış. Evi yokmuş. Gidecek yeri yokmuş. Dedem, annem üzülmesin diye o kızı enstitüden mezun olduktan sonra evine almış. Annem Petersburg’a tahsile gittiği zaman, bir kızım gitti bu kızcağız kızımın yerine bizim evimizde kalsın demiş. Kızcağıza Wolkowysk daki okullardan birinde bir öğretmenlik bulmuş. Dedem onu oraya yerleştirmiş. Bizim evimizde, yani dedemin evinde yatıp kalkıyormuş. Sonra dedem gene Bialystok da ki Rus hakimle o kızı evlendirmiş. Ona çeyizini hazırlayıp vermiş. Ne lâzımsa kendi kızını evlendirir gibi çeyizini yapmış, ne lâzımsa, onun için lâzım olan her şeyi yapmış. Düşünün dünya ne kadar küçük. Annem tahsile gitmiş. O evlendirdikleri Rus kızın kocası hakim olarak Kafkasya’ya tayin olmuş. O sıralarda, Rus ihtilalinden sonra Kuzey Kafkasya hükümeti kurulmuş. Babam da Kafkasya idealinin gerçekleştirmek için çalışıyor. Babam ve arkadaşları bu ideal için uğraşırken kominizm Kafkasya’ya gelmiş. Babam daha Paris’e gitmeden evvel.
Ruslar babamı idamlık olarak arıyorlarmış. Annemin ailesinin evlendirdiği sınıf arkadaşının kocası Vladikafkas da hakimmiş, çok güçlüymüş, her şey adamın elindeymiş. Babamı arıyorlarmış. babamda hastalanmış evde yatıyormuş. Hakimler şehrin öbür tarafında oturuyorlarmış. Vladikafkas da bir asma köprü varmış. O zaman. Şimdi değil. Gittiğim zaman Kafkasya da Terek ufacık bir şey olarak kalmıştı. O zamanlar Terek dağlardan taşları kayaları koparıp getiren bir nehirmiş. Annem yakalanmamak için o asma köprüden öbür tarafa zorlukla geçmiş. Bunlar şey yapmasın… diye onlara rica edecekmiş. Babamı tevkif etmesinler, görmezden gelsinler diye rica etmek için onların evine gitmiş.
Ama maalesef adam anneme: “Neden rica ediyorsun? İlk asacağım kimse senin kocan olacak” demiş. Annem çok üzülmüş hayatta bu kadar çok nankörlük olabilir mi diye. İşte Rus’tan fazla bir şey beklenmez. Neyse babamı orada onlar yakalayamadılar. Allah’tan… Babam kurtulmuş. Fakat bu olay annemi çok üzdü. O kadar iyilik yaptığımız kimse böyle nankörlük ediyor, böyle teşekkür ediyor, unutmayın çocuklar insanlar nankördür derdi. Annem tahsilini bitirdikten sonra yüksek tahsil yapmak istiyordu. Asilzade kızlarının okulunda sınıf birincisi ile ikincisi çariçenin nedimesi oluyorlarmış. Annem iyi bir talebe imiş ama çar sarayında nedime olmak gibi bir isteği yokmuş. Ben ne yapayım Müslüman olarak Çarın sarayında ne işim var diyormuş.
Annemin iki sınıf arkadaşı okulu bitirdikten sonra Çarın Sarayına nedime olarak gitmişler. Gene annemin sınıfından bir kız Rusya’nın ilk kadın pilotu olmuş. Şimdi isimlerini hatırlamıyorum not etmedim müthiş bir matematikçi çıkmış! Okullarında bir gün Fransızca bir gün Almanca konuşuluyormuş. Yani bir gün bütün dersler Fransızca ertesi gün bütün dersler Almanca yapılıyormuş. Annemin Almancası Fransızcası mükemmeldi. Okullarında folklor, değişik değişik oyunlar, çardaş, polka, mazurka bale, piyano dersleri alıyordu. O zamanki hayat standardına göre annem komple bir salon hamım efendisi olarak yetişmişti. Annem Petersburg da yüksek tahsili yapmak istiyordu. Petersburg’a gitti. Orada Fransız filolojisi ne girdi. Annem Petersburg’a gittikten sonra evvela oradaki Müslümanlarla Tatarlarla tanıştı. Şeyh Şamil’in oğlunun gelini zengin bir hanım…
– Şamil in hangi oğlu?
– Muhammed Şefî’nin oğlu tahmin ediyorum. Zahit Şamil. Zahit… Çünkü Z ile başlıyor. Yanlış olmasın Sait Şamil ile karıştırmayın Zahit Şamil.
Bunlar Petersburg’da oturuyorlardı Zahit Şamil’in Hanım çok zengin bir Kazan Tatarı tüccarın kızıydı. Petersburg’da saray yavrusu gibi bir evi varmış. Ve o hanım Petersburg da yaşayan, tahsil yapan Tatar kızları ve Tatarları delikanlıları her zaman evine topluyor, ağırlıyormuş. Kendini onların temsilcisi koruyucusu gibi görüyordu. Kocası Zahit Şamil de aynı şekilde kendi memleketlisi olan Kafkasların evinde toplanmasını sağlıyordu. Yani onların evi Kafkasyalıların, Tatarların, Kırım Tatarlarının, Kazan Tatarlarının Çeçenlerin, İnguşların, Çerkeslerin, Dağıstanlıların Osetinlerin bütün elit tabakanın toplandığı bir evmiş. En fazla bayramlarda ziyafet veriyorlarmış, muazzam ziyafetler salonlarda. Annem de Petersburg a gittikten kısa zaman sonra Zahit Şamil’in hanımı ile tanışmış. Annem de başka Tatar arkadaşlarıyla onların evine gidiyormuş. Şamillerin evine gidenler arasında hiç Kafkasyalı kız yokmuş Kafkasyalı kızlar arasında en fazla tahsil yapan bir tek Tamara varmış. Benim halamın kızı Tamara lise mezunuydu. Kafkasya’da imkân yoktu, üniversite yoktu. Vladikafkas da en fazla Jimnazyum vardı. Daha yüksek bir okul yoktu: Halamın kızı da o kadar okumuştu.
Zahit Şamilin hanımı evlerinde yapılan toplantılara annemi de diğer gençler gibi her zaman davet ediyormuş. Bir ziyafette Annemle babam tanışmışlar. Masada oturuyorlarmış. Uzun kocaman bir masa varmış. Babam annemin karşısında oturuyormuş sofrada. Aralarında çiçek varmış, vazo varmış. Annem farkında değilmiş ama babam çiçeğin arkasından hep annemi tetkik ediyormuş, ona bakıyormuş. Babam da o zaman 30 yaşlarında genç Avrupa’da tahsil etmiş yüksek Ziraat Mühendisi Agronom.
O devirde Sanayi olmadığı için Ziraat Mühendislerine çok rağbet vardı. Çok iyi bir meslek sayılıyordu. Babam da annem gibi Fransızca Almancayı mükemmel biliyordu. Okumuş yazmış bir adamdı genç yakışıklı 30 yaşlarında bir adam. Nihayet babam dayanamamış vazoyu başka bir tarafa çekmiş annemi daha iyice görmek için. Yemekten sonra Kafkas oyunu oynamak istemişler. Babamın İki yeğeni vardı. Sultan’la İnaluk babam onları okutuyordu. Babamın yanında bulunuyorlardı onlar Kafkas oyunu oynamak istemiş ama dam yok.
Kız yok. Kafkas oyunu kız olmadan pek tatlı olmuyor. Babam bakmış, bakmış annemi göstermiş. Bu kız zariftir demiş ona öğretelim. Başka bir salona geçmişler İnaluk ve Sultan ile. Biri akordeon çalmış biri el çırpmış babam da anneme Kafkas oyununu öğretmiş. Annem çok kısa zaman sonra, yarım saat içinde mükemmel öğrenmiş ve çıkmışlar şey efendim büyük salonda oynamışlar. Annem zarif bir şekilde oynamış. Annem ölünceye kadar çok güzel Kafkas oyunu oynardı. Çok güzeldi işte. Efendim sonra babam annemi uzaktan takip ediyormuş, ne oluyor nasıl oluyor, ne yapıyor diye. Şimdilik bu kadar. Kafkasya 1992 senesinde gittiğim zaman Babamla annemin evlenişinden bahsettiler. Kafkasya’ya haber gitmiş. Babam bir kızla evlenecek diye. Kiminle evlenecekti? Wassan Giray kiminle evlenecekti? Tanınmış bir adam Kafkasya’da. Bir Tatar kızı ile demişler. Eyvah demişler. Babamın ailesi ile İnguşlar. Eyvah nasıl olur diye.
Bir de Uzahof isminde yaşlı bir adamı vazifelendirmişler. Petersburg’a göndermişler. Bilmiyorum ne iş yapıyordu ama akrabalarından veya yakınlardan, aile yakınlarından biri olmalı. Demişler ki sen git de bak. Wassan Giray’ı vazgeçir. Bir İnguş kızı ile evlensin. Bu anlattıklarım Kafkasya’da duyduklarım Babam, annem bundan hiçbir zaman bahsetmediler Adamcağız gitmiş babamın misafiri olmuş. Bir müddet sonra Wassan Giray demiş sen evlenmeye kalkıyorsun. Bizim kızlarımız yok mu? Bak bizim kızlarımız ne kadar iyi filan. Babam da demiş ki ben okumuş yazmış bir kızla evlenmek istiyorum. Benim çocuklarım sonra aydın çocuklar olsun. Okumuş bir tek Tamara var. Tamara yeğenim var onunla evlenemem benim yeğenim. Başka fazla okuyan bir kız yok o zaman bu asrın başındaydı 1900’ler 1910lar… Babam demiş ki şimdi seni tanıştırayım kızla, bakalım bir şey diyecek misin onun için yok Tatarmış da, bilmem neymiş, İnguş değilmiş diye. Bir gör kızı demiş.
Ondan sonra gitmişler, annemle tanışmışlar, konuşmuşlar. Annem herhalde bütün marifetlerini göstermiş eve döndüklerinde zaman Uzahof babama itirazım yok demiş. Allah mesut etsin, mutluluklar versin ve Kafkasya’ya dönmüş. Bu sefer annemin ailesiyle bu babamın tanışması lâzım. Annem yavaş yavaş, Wolkowysk a gittiği zaman efendim, annesine değil de babasına anlatmış annem. Çünkü anneannem o kadar anlayışlı değildi. Dedem daha anlayışlıydı. En büyük kızını da çok da seviyormuş. Kızına çok düşkünmüş. Anlatmış babasına. – Peki demiş. Bu adam gelsin demiş, gelsin ben onunla tanışmak istiyorum. Şimdi mesafeleri düşünün bu asrın başında. Babam Kafkasyalı Petersburg’da çalışıyor.
Annem de orada okuyor. Dedem Polonya’nın Wolkowysk şehrinde. Kilometre olarak mesafeleri düşünün. – O zaman yalnız trenle mi gidiliyordu? – Evet yalnız trenle gidiliyordu ve babam Wolkowysk’a geçmiş anneme söylemiş ama annem babasına söyleyememiş. Annem daha sömestre tatilinde. Annem daha öğrenci o zaman. Babam gelmiş Wolkowysk’e, oteldeymiş. Anneme haber göndermiş ben geliyorum diye. Annem çok telâşlanmış. Benim anlattığım gibi annem koca bir evde oturuyor 14 odalı bir ev. Bahçe içinde. Tam Wolkowysk ın merkezinde. Orada, şehrin, şimdi tarif edeyim… Belki de şimdi ya var ya da yok. Birisi giderse, orada şey vardı… Ortodoks Kilisesi vardı. Çok yakın, karşısında da postane. O zaman için çok mühim, bir merkezde, postanenin karşısında oturmak. Ancak şöhretli kimseler böyle yerlerde otururlarmış. Annemin oturduğu evde, her yerde kadife perdeler varmış. Hem pencerelerde hem de kapılarda kadife perde o zaman modaymış. – Acaba soğuk olmasın diye mi? – Belki soğuk olmasın diye dediğin gibi. Şimdi babam kapıyı çalmış.
Herhalde annem saklanmış bir yere kapı açmamak için. Dedem kim olduğunu bilmemiş kapıyı açmaya gitmiş Halbuki kapı açıkmış ve babam girmiş. Dedem de kapıyı açmak için hamle yapınca, arada kalın perde olduğu için birbirlerini görememişler. Dedemle babam boyları birbirine yakın olduğundan kafa kafaya çarpışmışlar (toslaşmışlar) Çarpışmanın şiddetiyle duydukları acı yüzünden ikisi de birden of diye bağırmışlar. İşte dedem ile babamla bu şekilde tanışmışlar. – Buyurun demiş dedem. Fakat ikisi de alnını tutuyormuş ağrıdığı için. Dedem babamı buyurun diye misafir odasına almış. Babam otelde kalıyor. Annem babasına babamdan bahsettiğinde. Dedem de telâşlanmış. Nasıl biri diye meraklanmış. Kafkasya, Kafkasyalı ne demek olduğunu da pek bilmiyor. Anneme demiş belki Kafkasya’da karısı vardır. Belki seni ikinci karısı olarak alacak, filan. Müslüman çünkü.
Kim bilir Kafkasya’dan nasıl bahsediliyordu? Herhalde vahşi falan diyorlardı o sırada. Ben bu adamı iyice tetkik etmeliyim demiş. Babamı yemeğe davet etmişler evlerine. Şimdi acaba elle mi yiyor? Nasıl yiyor? Ağzını şapırdatıyor mu? Onu merak etmişler. Acaba her yere çatalını bıçağını sokuyor mu diye yemek yeme tarzını. Neyse babam bu imtihandan iyi bir şekilde geçmiş. Bu sefer dedem demiş ki acaba içki içiyor mu? Onu denemek için erkekler için bir toplantı yapmış içkiler çıkartmış. – Evet, evet. Dedem babamı daha iyi tanımak için yalnızca erkekler için içkili bir ziyafet vermiş. Babamın kadehlerine şarap, votka, ayrı ayrı çeşitli içkiler dolduruyormuş. Babam dedemin ikramlarını hiç geri çevirmeden ne ikram ediyorsa içiyor kadehleri peş peşe yuvarlıyormuş. Dedem – Eyvah demiş bu içki de içiyor. Ama sarhoş da olmuyor. Sonra Valla demiş dedem anneanneme bilemiyorum, bu karıştırsam da, karıştırmasam da ne verdimse içiyor demiş benim büyükanneme Annemin en büyük erkek kardeşi o zaman askeri okulda okuyor. Büyük dayım da Ali, Alexander diyorlardı Alex, Ali büyük dayım. Evlerinde, düşün ki 14 odalı bir ev, her şey varmış, Bir jimnastik salonu varmış evlerinde. İşte şeyler paraleller bilmem neler şu bu filan Dayım mademki bu adam tetkik edilecek demiş. O da babamı kendi görüşüne, anlayışına göre sınamaya başlamış. Babamı jimnastik odasına çağırmış. Babam komple atletti. Yani çok yönlü bir adamdı. Çok meraklı bir adamdı. Orada ne kadar jimnastik aleti varsa ne yapıyor diye denenmiş. Babam hepsinden de iyi not almış dayımdan.
Dayım hemen anneme koşmuş demiş ki evlen, evlen bu adamla. Bu iyi bir adam iyi atlet demiş. Sonra dedem demiş ki… acaba kumar da oynuyor mu? Kumarbaz mı? Bakalım diyerek bir parti hazırlamış dedem. O zaman prafa, bakara, poker falan gibi oyunlar oynuyorlarmış. Babam onları da biliyormuş. Dedemin arkadaşlarıyla bu iskambil oyunlarını oynadıktan sonra karısına, kumarbaz mı nedir bilemiyorum, her iskambil oyununu oynamayı biliyor demiş Annem ben bu adamla evlenmek istiyorum evlenmeye karar verdim demiş. Dedem de ben gene onu araştırmaya devam edeceğim demiş. Babam da Petersburg’dan Wolkowysk’a birkaç kere gitmiş. Bir seferinde Uzahof’la beraber gitmiş Wolkowysk’a. Uzahof, Cabagi ailesinin Bayraşevsky ailesini tahkik etmekle görevlendirdiği yaşlı İnguş. O da beğenmiş Wolkowysk’ta tanıştığı aileyi, hepsini sevmiş.
Anneme söz kesilmiş. 1912’de Ekim ayında efendim nikâhları ve düğünü olacakmış. Uzahof’tan sonra bu sefer arada babam okuttuğu yeğenlerini İnaluk’la Sultan’la 2 defa gidip gelmiş Wolkowysk’a. Temmuz’da gitmişler. Bu sefer annem babama demiş ki Ekim’de olmasın bizim düğünümüz şimdi neden olmuyor? demiş. Babam ölünceye kadar anneme takılırdı. Derdi ki Ekim’e kadar beni bekleyemedin. İlla Temmuz’da evlenelim dedin. Ben geldiğim zaman olsun diye Annem kendini müdafaa etmek için derdi ki. “Benim kaç tane kardeşim vardı. Hepsi ile tatilde ilgilenmem, onlara bakmam gerekiyordu. Kimi kızamık çıkarıyor, Kimi boğmaca”. Evde anneme Lola derlerdi. – Lola kardeşin öksürüyor, öksürüğüne bakılırsa boğmaca olmuş. Ona bak, buna bak… Ben artık bunlara bakmaktan bıktım.
Madem evleneceğiz. Sen beni kurtar. Bir an önce bu kardeşlerime bakmaktan kurtulayım, ben gideyim. Babam Petersburg’da bir ev Güzel bir ev hazırlamış Wolkowısk’ta düğünleri olmuş, dediğim gibi yeğenleri İnaluk ile Sultan düğünde bulunmuşlar. Efendim bunlar Petersburg’a geçer. Bu sefer bütün Kafkasyalılar ve Polonyalı Polonya’dan Tatarlar efendim Kazan Tatarları onların evine de gidiyorlar orada da toplanıyorlarmış. Şeyh Şamil’in torunu ve hanımı ile ailece görüşüyorlarmış. Babamın evi de Şamil’in torunu ve hanımının evi gibi bir merkez haline gelmiş. Petersburg’da. Aslan Kricinski, Polonya Tartarlarından bir hukuk talebesi, onun kardeşleri, abileri de hukuk talebeleri hepsi annemin babanın evine gidiyorlarmış ve onların evi Ruslara karşı olanların toplandığı bir yermiş. Ayaz İshaki gelip gidiyormuş annemin babamın evine. Babam daha bekarken onlarla çok iyi dostmuşlar. Ayaz İshaki de şey… onun kitabını bulayım da babamla arkadaşlığından bahsederken nasıl ahbap olduklarını yazıyor orada. Bunları bu, yazılarını size okuyacağım tercüme edeyim, anlatayım. Rus ihtilâli’nden önce Bolşevik İhtilâlinden önce Petersburg da Rusları nasıl yenilecek, ihtilal olduktan sonra Kafkasya’da efendim istiklâlimizi kazandığımızda neler yapmalıyız diye toplantılar yapıyorlarmış. Bir gün Ayaz İshaki acele acele kapılarına gelmiş.
Elinde bir paket varmış. Ayaz İshaki telâşla yatak odasına geçmiş, annemin yatak odasına. Annem şaşırmış neden yatak odasına giriyor diye. Çünkü Avrupa adetlerine göre kimse başka odalara dalmaz böyle. Ayaz İshaki elindeki paketini gardırobun üstüne atmış ve misafir odasına dönmüş. Tuhaflarına gitmiş fakat pakette ne var diye sormamışlar. Yalnız Ayaz İshaki demiş ki: – Ben sizde epeyce oturacağım. Rus polisi, Çarlık polisi peşindeymiş takip ediyormuş Ayaz İshaki’yi. Sonra, annem bu pakette ne var diye merak etmiş. Bakmış. Dolabın üstüne atılan pakette tabanca varmış. Her halde ruhsatsızdı. Ayaz İshaki Kazan, İdil Ural Tatarı olarak Ruslara karşı büyük bir milliyetçiydi. Petersburg’taki diğer milliyetçilerde, Kafkasyalı milliyetçiler İbrahim, Ömer Haydaroğlu Kardeşler, Aytek Namitok, Pşemafo Kosef, Alihan Kantemir. Hepsi Petersburg’da annem ile babamın evinde toplanıyorlarmış.
Devam şekilde streik (strayk) özür dilerim Polonezce söyledim grevler, streik aslında Almanca bir kelime ama Polonezce de de kullanılıyor. devamlı şekilde grevler, isyanlar varmış. Annemin babamın evinde toplanıp hep neler yapılmalı diye konuşuyorlarmış. – Ayaz İshaki sanki sonra Türkiye’ye geldi değil mi – Kim? Evet Ayaz İshaki burada Profesör Saadet Çağatay’ın babasıdır Ayaz İshaki Dil Tarih Kurumunda çalışıyordu. Tatarların çok çok beğendiği hayran olduğu büyük bir milliyetçi yazardı. Finlandiya’da, Kore’de, Japonya’da Kazan Tatarları toplulukları vardı. Ayaz İshaki piyes yazarı bir edebiyatçıydı onun eserleri Finlandiya’da Kore’de sahneye konuluyordu. Çok tonton bir adamdı. İkinci dünya harbinden önce eserleri sahneye konulduğu zaman Polonya’dan Finlandiya gidiyordu. Kızı Saadet Berlin Üniversitesi’nde Türkoloji’de okuyordu. Babası Varşova’daydı o zaman. Sömestr tatilinde Varşova’ya gelirdi Saadet. Efendim Ayaz İshaki kızına çok düşkündü ve bir tek kızı vardı. Hanımı hayatta olmadığı için kızına bir şey almak istediği zaman annemle çarşıya giderlerdi, beraber giysi almaya gidiyorlardı, elbiseler filan diktiriyorlardı. Annemle beraber alışverişe giderlerdi. Saadet hanım da annemin kızı gibiydi. Annem de biz de çok severdik onları. Ayaz İshaki bize ders veriyordu.
Şey dersi verdi, din dersi veriyordu. Bizim okuduğumuz okullarda din dersi notu gerekiyordu efendim. Eğitim bakanlığı (Polonya) bizden din notu istiyordu. Biz de din dersi alıyorduk. Onun için Varşova’da ne kadar Müslüman çocuk varsa, başka okullarda okuyanlar da, evet kızlardan da vardı oğlanlardan da vardı. Bir yer, pazar günü bize bir okul tahsis ettiler Polonyalılar. Ve bize kâh Varşova imamı, kâh efendim başka birisi, mesela Ayaz İshaki de din dersi verdi. Ondan sonra Varşova imamı İsfendiyar bey de ders verdi. Bir de Kenbir Kenbirof bize din dersi verdi. Tabii bunlar hazırlıklı kimseler değildiler, bize din dersi vermesini pek beceremiyorlardı. Bize bir sürü dua, besmele gibi başka önemli duaları ezberletiyorlardı. Peygamberin hayatını öğretiyorlardı. Bizde peygamberin hayatını eski ahitle karşılaştırıyorduk kendi kendimize. Ve çok benzer tarafları vardı. Orda bize din dersi veren kimse resmen bizim okulumuza din dersi notlarımızı yazıyordu. Tabii ki bu not pekiyiydi. Bütün Müslüman çocuklara pek iyi veriyorlardı. Bizde memnun oluyorduk. On bir sene bize Arapça Kur’an-ı Kerim okuma dersi de verdiler. Bende tecvit kitabı bile var. Ama iyice öğretemediler. Beceremediler.
Ben çok zor bir şekilde kendimi sıka sıka belki okurum ama pek beceremiyorum. Yalnız bir şey söylemek istiyorum. Benim annemle babam, din bakımından, annem o kadar değil de babam çok üzerinde duruyordu. Babam İslam dinini, İslam tarihini mükemmel biliyordu. Ve her sabah biz okula giderken bize “Bakın sakın unutmayın siz Polonyalı değilsiniz. Siz Hristiyan değilsiniz. Biz başka insanlarız. Bizim adet ve ananelerimiz hiç Polonyalılarınkine benzemez. Bir de kendi gurubumuz var. Yani çeçence YAH, kendinizi hem irade hem de gururumuzu ihtiva eden bir kelimedir. Çeçence Yah çok mühimdir. Yani insanın kendi varlığını kabul ettiren bir kelime.” derdi. Bizim evimize, bizin evimiz, Sena sokak 20 numara, Varşova’da bulunan bütün Türkler, Kafkasyalılar, Müslümanlar için bir merkezdi. Herkes, bir derdi oldu mu babamı arardı. Annemi arardı. Ben küçük olduğum için tabii bana hiçbir şey düşmezdi… Söz düşmezdi. Fakat büyüklerim bunun üzerinde duruyor, herkese yardım ediyorlardı. Ayaz İshaki de bize dersi veriyordu. Çok tonton çok sevdiğimiz bir kimseydi.
Ölünceye kadar her zaman görüşürdük kendisiyle İstanbul’da da. Ayaz İshaki İstanbul’da ölmüş Topkapı mezarlığında mezarı. Onu öğreneceğim nerede olduğunu öğreneceğim. Buradaki tatarlara soracağım ve bunu şey olarak onun mezarını şey yapmak lazım Ayaz İshaki büyük bir Türk düşünürü idi. O Kazan Tatarları için de çok sayılan bir liderdi. Namuslu, dürüst efendi sevdiğimiz bir insandı. Saadet Hanım Türkoloji’yi bitirdikten sonra Türkiye’ye geldi – Nerede okudu Türkoloji’yi? – Berlin Berlin’de – Hah…
Berlin Üniversitesi’nden mezun oldu. O zamanlar en meşhur Türkologlar Berlin Üniversitesi’nde okuyorlardı. Efendim sonra Ankara’ya geldi bitirdikten sonra onun kocası Tâhir Çağatay o da Dil Tarih Fakültesinde Profesör oldu Birkaç yıl önce rahmetli Hayri ile Ankara’ya gittik. Telefon ettim Saadet hanıma görüşmek istiyorum diye – Ne zaman geleyim diye sordum. – Hemen şimdi gelin. Hemen şimdi gelin dedi. Biz rahmetli Hayri ile Ankara da akraba kadar yakın saydığımız Albay Cavit beyle ve Mualla hanımın misafiriydik. Onlarla birlikte Saadet hanımı ziyarete gittik. Şimdi niçin bunu söyledim. Mualla Hanım da Cavit Bey de bayıldılar ikisini ne kadar hoşsohbet ne kadar bilgili kimseler dediler. Çok sevdiler -Aman Tamara abla ne iyi ettin de bizi onlarla tanıştırdın. Çok çok sevindik onları dediler Saadet hanımla kocasının hayatta olup olmadığını bilmiyorum. Fakat yaşları benden çok büyük Tahmin ederim hayatta değiller. Bilmiyorum. Onu bilmiyorum. Öğrenmek lazım Saadet hanım hayatta mı? Çok sevdiğim bir kimse O da bizi çok seviyordu evlenirken çeyizi gene annem Varşova da gitti efendim çeyizini hazırladılar beraber neler lâzımsa Ayaz İshaki bey kızına en iyi şekilde en güzel şeyleri alırsın diye anneme rica etti İşte böyle ahbaplar. Şey bir az dinleneyim….
Efendim Petersburg da annem ve babamla görüşenler arasında iki genç, iki kardeş Olgert Kricinski ve Aslan Kricinski. Eski Polonya Tatarı asilzade bir ailenin çok meşhur entelektüel oğullarıydı. Olgert eski bir isim, eski bir Litvanya ismidir. Polonya ya da Litvanya tatarlarını ilk oraya getirtenler Vitold ve Olgert adlı Lirtvanya prensleridir. Onun için kendi isimlerini yanında Polonya Tatarları o isimleri de çocuklarda veriyorlardı, teşekkür gibi ya da hatır sayma gibi… Bilmiyorum şimdi ondan sonra Efendim Aslan Kricinski Hatıraları vardı… -Aslan mı Leon mu? – Aslan’da Leon’da diyorlardı ikisini de kullanıyordu Aslan zaten Leon demektir. Onun ikisini de kullanıyorlardı. Olgert Kricinski ikinci dünya harbine kadar Varşova adliye vekaletinde müsteşardı. Aslan Kricinski Gdynia- Gdansk da galiba ağır ceza reisiydi. Yani bunlar Polonya’da Müslüman ve Tatar oldukları halde çok yüksek mevkilere gelmişlerdi epeyce Müslüman tatarlardan yüksek mevkilere gelmiş olanlar vardı. Aslan Kricinski nin Petersburg da ki hayatını, günlerini anlatan ufak tefek ve yazıları ( kısa kısa yazıları ) vardı. Bunları bulayım. Polonezceden tercüme edeyim.
Okuyun enteresan şeyler. İkinci Dünya Harbi’nde Aslan Kricinski eski tanınmış bir adam olduğu için Almanlar tarafından rehin alınmıştı. Alman askerler çok öldürülüyorlardı. Ne derler… – Yıldırım harbi – Yok yok çete harbi. Direnişçiler… Almanlar Aslan Kricinski’yi rehin olarak almışlar. Efendim sonra bir müddet sonra gene bir Alman askeri öldürülmüş. Polonya o zaman Alman işgali altındaydı. Aslan Kricinski rehin olduğu için, onu idam etmişler. Olgert Kricinski, Ne oldu, ona ne oldu bilemiyorum. O da çok yaşlı bir adamdı. Şimdi aklıma gelmişken söyleyeyim. Olgert Kricinski Aslan Kricinski’nin ağabeyiydi. Çok ciddi bir adamdı. Fazla gülen bir kimse değildi. Bir hususiyeti vardı. Bayramlarda Varşova’da nerede Müslüman, Türk, Kafkasyalı varsa Şark Enstitüsünde toplanırdı Kafkas Baloları yapılırdı. O balolarda Olgert Kricinski kendi kendini görevlendirmiş gibi salonda ne kadar hanım varsa hepsi ile dans ederdi.
Muhakkak birer defa dans ederdi. Yani terbiye icabı diye. Pek yeri değildi ama şimdi aklıma geldi diye anlatıyorum. Çok efendi bir insandı. Fakat her zaman kaşları çatıktı. Çok ciddi bir insandı. Aslan Kricinski asla öyle değildi. Onun kardeşi dans ederken de ciddiydi konuşurken de çok ciddiydi, vazife olarak yapıyordu bana göre. Sıra bize de geliyordu. Biliyorduk. Onunla balolarda birer defa mutlaka dans ettik. Hiç de şaşmazdı. Anlamıyorum, bunu nasıl beceriyordu? Tanıdıklar, hanımlar. tabiiki baloda olan tanıdık hanımlar. Çünkü Polonya’da balolarda resmi balolarda fasa fiso kimse yoktu. Bu balolarda şeydir… herhangi bir erkek gidip hanımları dansa kaldırabilirdi. Eğer kızlar veya hanımlar arzu etmiyorlarsa dans etmeyi refüze edebilirlerdi ve bu ayıp sayılmıyordu. Erkek de alınmıyordu. Hanım ayağım ağrıyor veya yorgunum deyip itiraz ediyor, dansa davet eden de kırılmadan darılmadan peki deyip kenara çekiliyordu. Ben İstanbul’a geldiğim zaman bir iki defa refüze ettim.
Bir Çerkes düğününde rahmetli Memduh Güsar vardı. Ben biraz yorgunum sonra dans ederiz Memduh dedim. Adamcağızın yüzü değişti refüze edildi diye. Düğünü terk edip gitti. Uzun zaman benimle konuşmadı. Bilemedim, onu kırmak istemezdim ama işte böyle şimdi anlatırken aklıma geldi. Aklıma geldikçe söylüyorum. Aklıma ne geliyorsa… Aklıma ne geliyorsa şimdi Aslan Kricinski yi rehin olarak idam etmişler diye duyduk. Çok üzüldük. Tabii ki çok kötü bir şey bu eski harpler de böyle şeyler oluyordu. Eski harplerin kanunu mu, kuralı diyeceğiz… Çok kötü şeyler Evet Haydi şimdi Allahaısmarladık…. Çocuklarımın, dostlarımın, tanıdıklarımı ısrarı üzerine hayatımı anlatmaya devam Zor bir şey. Hayatımız dümdüz geçmedi. Bir sürü macera bir sürü beklemediğimiz olay oldu. Türkiye’ye gelirken düşünüyordum. Acaba beni ne bekliyor, nasıl olacak? Fakat Türkiye’ye geldikten sonra en mutlu senelerimi, en mutlu anılarımı Türkiye’de geçirdim. Türkiye’yi çok seviyorum. Türkiye’ye çok minnettarım ve nasıl diyeyim ona olan bağlılığı mı hiçbir zaman inkâr edemem. Mükemmel insanlar, mükemmel bir memlekettir. Allah razı olsun hepsinden. edeceğim.
Ben Tamara Cankat babam Wassan Giray Cabagi, annem Halime Bayraşevski size şimdi nereden anlatmaya başlayayım bilemiyorum. Doğumdan başlayayım ben 20 Şubat 1919’da senesinde Tiflis’te doğdum babam Wassan Giray Cabagi o zaman Tiflis’te bulunuyordu Neden Tiflis’te? Çünkü babam o zamanın Kuzey Kafkasya Parlamento Başkanı ve Maliye Bakanıydı. Gürcü, Azeri arkadaşları ile birlikte birçok anlaşmaları, toplantıları vardı işte bu yüzden babam Tiflis de bulunuyordu ve Kuzey Kafkasya Hükümeti Parlamento Başkanı olarak Paris’teki Versailles (Versay) Konferansı’na Kuzey Kafkasya delegesi olarak gönderiliyordu. Bizde, benim annem Halime, büyük ablam Halimat, ortanca ablam Cennet; Halimat o zaman yedi yaşında, Cennet abla dört buçuk yaşında. Ben de yeni dünyaya gelmişim. Dünyaya geldiğim zaman Tiflis’te bulunduğumuz için oradaki Gürcü büyükleri, oradaki Reis-i Cumhur ve başka Gürcü büyükleri, babamın ahbapları bana kraliçe Tamara’nın ismini koymalarını rica etmişler, dostluğun devamı olsun diye kızına bu Kafkas ismini koy demişler. Babam da memnuniyetle kabul etmiş. Bu isim bana sonra epeyce zorluklar yaşattı. Sonra anlatacağım.
Ben dünyaya 20 Şubat 1919’da geldim. Magomed- Muhammed amcamın hanımı Aminat da 10 gün sonra aynı klinikte doğum yaptı ve Zarema- Mura, benim amcamın çok sevdiğim kızı benden 10 gün küçük olarak dünyaya geldi. Doğum evinden evimize ilk seyahatim Kuzey Kafkas Hükümetinin resmi arabasıylaydı, arabada Kuzey Kafkasya forsu dalgalanıyordu. İşte hayata ilk adımım böylece atılmış oldu. Tiflis’te iken babam, dediğim gibi Fransa’ya Paris’teki Versailles (Versay) Konferansı’na Kuzey Kafkasya delegesi olarak başka bakanlarla beraber hareket etmiş. Biz Kafkasya’da kaldık. Bunu özellikle vurguluyorum. Çünkü babam Kafkasya’dan kaçmadı.
Bir müddet için Paris’teki Versailles (Versay) Konferansı’na Kuzey Kafkasya delegesi olarak gitti. Sonra memleketine dönecekti. Babam oraya gittikten sonra Bolşevikler, Ruslar Kafkasya üzerine yürümeye başladılar ve işgâl ettiler. Komünistler Tiflis’e kadar geldiler. Babam büyük bir komünist düşmanı olduğundan, onlara karşı olduğundan annem için oralarda kalmak çok tehlikeliydi. Nitekim babamın arkadaşları ve yakınları annemle bizim Kafkasya’yı terk etmemiz için annemi ikna etmeye çalışıyorlarmış. Babamı tevkif etmek istiyorlardı komünistler. Ve dostları anneme demişler ki eğer sen burada kalırsan seni rehin olarak alacaklar, kocanı buraya getirtmek için. Muhakkak kocanın yanına gitmen lâzım. Fakat o zamanlarda biliyorsunuz seyahat çok zordu 73 sene evvel. (annem bunu yıllar önce anlatmıştı… yüz yıl, bir asır demek gerekiyor bugün) Böyle kargaşalık sırasında, böyle bir zamanda çok zor bir şeydi seyahat etmek. Ne yapalım demiş annem. Annem varlıklı bir ailenin kızıydı çok mücevheri vardı. İran halıları vardı onları toplayayım ve bunlarla Wassan Giray’in yanına, yani kocamın yanına gitmeye çalışacağım demiş. Şimdi nasıl yapayım demiş.
O sırada Kafkasya’dan, bütün Rusya’dan çok kaçan varmış. Onun için Tiflis’te bulunan bütün konsolosluklar kapılarını kapatmışlar ve hiç kimseyi kabul etmiyorlarmış. Hiçbir memleket kaçanları kabul etmek istemiyormuş. Annem İtalyan konsolosluğuna gitmiş şey almak için, İtalyan vizesi almak için. Fakat kapılar kapalı. Kapı duvar gibi kale gibi kimseyi kabul etmiyorlarmış. Annem onun üzerine İtalyan konsolosluğunda ki kavasa demiş ki, ben konsolos beyin arkadaşıyım. Ben vize almak için gelmedim. Konsolos bey’in eşini ziyarete geldim. İçeri bu şekilde girebilmiş. Konsolosun eşini gördüğü zaman da kendini tanıtmış, demiş ki ben şuyum, kaçmam lâzım. Gitmem lâzım. Kocamın yanına gitmem lâzım. Beni de üç çocuğumla beraber öldürecekler. Ben yalan söyledim. Ben sizi hiç tanımıyorum. Fakat bana yardım edeceğinizi tahmin ediyorum.
Kadıncağız; – Evet demiş size elimden geldiği kadar yardım edeceğim ben zaten Gürcü prensesiyim kocamla burada evlendim. Sizin halinizi anlıyorum demiş. Sonra annem İtalyan vizesi almış. Eşyalarını toplamış, bizimle üç çocukla ve Fariza adındaki arkadaşıyla Tiflis’ten Batum’a yola çıkmış. Annemin arkadaşı Fariza bir Çerkez hanım. Kocası ve kayınpederi subaymış. Fariza’nın kayınpederi generalmiş. Bolşevikler onları kurşuna dizmişler. Kadıncağızın haberi yokmuş, kocasının kayınpederinin kurşuna dizildiğini bilmiyormuş. Annem ona kocasının ve kayınpederinin Paris’te olduğunu söylemiş. Hadi beraber kaçalım demiş ve Fariza hanımı yanına almış. Hatırladığıma göre Fariza hanımın soyadı Abukof. Beraber yola çıkmışlar. Batum’a gelmişiz. Babamın yakınlarından yeğeni Sultan Malsag’la galiba Sosurko Malsag annemi ve bizi Batum’a kadar götürmüşler.
Batum’dan kalkan en son İtalyan vapuruna. Bizi vapura kadar getirip geçirenler, annemle bizi vapura bindirmişler. Gümrükçüler gümüş eşyaları geçirmek istememişler, zorluk çıkartmışlar. Annem onlara: – Peki, madem yanımda götüremiyorum. Bırakıyorum. Şimdi bunları inip yakınlarıma bırakayım, demiş. Ondan sonra gemiden inmiş, gümüşleri sepete doldurmuş üstüne bizim giyeceklerimizi oyuncaklarımızı doldurmuş ve o şekilde geçmiş. Gemiye tekrar binmiş. Annemin zincir halkalardan oluşan güzel bir gümüş gece çantası varmış. Bütün mücevherlerini bilet ve evrakları bu çantaya koyup vapura binmeden Fariza ya vermiş. Gemi Karadeniz’e açılmış. İstanbul’a gelmişler. İstanbul’a geldiklerinde, İstanbul’da vapurdan inememişler. İstanbul’da karantina varmış. Hiç kimseyi İstanbul’a kabul etmiyorlarmış. Kimse gemiden inemiyormuş. Gemimiz onun için Haydarpaşa açıklarında durmuş.
Ve büyükler ancak uzaktan İstanbul’u seyredebilmişler. O zaman Rusya’dan kaçan bir sürü uygunsuz insanlar da varmış. Kontlar, kontesler, prensler kim ne kaçabiliyorsa Ruslar Bolşeviklerden kaçıyordu. Türkiye’ye lüzumsuz bir sürü şey getirmişler hatta bir çok hastalık filan getirdikleri için İstanbul karantinaya alınmış. İşte bu yüzden gemimiz İstanbul açıklarında kalmış. Galiba bir buçuk gün kadar İstanbul’da kalmışız. Ondan sonra gemi yol almaya başlamış ve birkaç gün sonra Napoli’ye gelmişiz. Napoli’ye indiğimiz zaman orada otellerden birinde annem yer bulmuş. Dediğim gibi da annemin arkadaşı Fariza yanımızdaydı ve biz üç çocuk. O zaman seyahatler çok zor oluyordu. Annem İtalya’ya hayrandı. İtalya’nın sanatına hayran. Her zaman bütün güzel sanatlara meraklıydı. Kocamı buluncaya kadar, buralara kadar gelmişken, Napoli, Roma, Floransa, Milano ya kadar gelmişken bari buraları da gezelim demiş. Bizimle üç çocuk ve Farizayla elimizden tutup dolaşmış. Hatta bir gün demişler ki, Roma’dayken Papa bugün halkla görüşecek Vatikan Meydanında. Meydana gitmiş annem uzaktan papayı görmek için. Hatta şey anlatıyordu Mukaddes başparmağında yüzük varmış. Herkes o gün nedense gidip Papanın Parmağındaki yüzüğe eğiliyormuş Annem öyle anlatıyordu Belki de yanlış biliyorumdur.
Sokakta gezerken İtalyanlar üç tane çocukla dolaşan bir hanımı görünce, ( o zaman İtalyanlar fazla çocuk doğurmuyorlardı ), anneme “troppo bambino sinyora- çok fazla çocuk sinyora” diyorlarmış. Annem İtalya ya gelir gelmez Kızılhaç’a müracaat etmiş ve babamın adresini bulmalarını istemiş. Çünkü Paris’te olduğunu biliyormuş ama adresini bilmiyormuş. İşte Napoli’ye geldikten sonra babamın adresini bulmuş ve biz trene binip Paris’e gitmişiz. Babam bizi Paris’te Garda karşılamış. Ben bir buçuk yaşında çocukmuşum o zaman. Babam o kadar sabırsızlanmış ki kapıdan değil beni pencereden almış kucağına. En küçük bendim, en küçük kızıydım işte. Paris’teki maceraları sonra anlatırım… Şimdi Paris’te Kuzey Kafkas devlet adamları toplanmış, Sulh Konferansı’na iştirak etmişler. Babam bu konu üstünde duruyordu. Bana defalarca bunu anlattı; – Tamara, diyordu biz Paris’te Birleşmiş Milletler’de (aslında burada annemin kastettiği Milletler Cemiyeti- eskilerin deyişiyle Cemiyet-i Akvam.
Rahmetli annem de Birleşmiş Milletlerin daha iler ki yıllarda kurulduğunu gayet iyi biliyordu ama anlatımı sırasında böyle geçtiği için düzeltmedim) Kuzey Kafkas delegasyonu olarak Kuzey Kafkasya Devletini temsil ediyorduk ve kabul edildik. Bizim Birleşmiş Milletler’de yerimiz var. Bu hiçbir zaman geri alınmaz. O hakkımız var. Bir devlet tek, bir hükümettik. Her zaman, ben hayatta olmasam bile üstünde durun. Kafkas delegasyonunda benim hatırladığıma göre Abdülmecid Çermoy yani Tapa Çermoy, Haydar Bamat, Alihan Kantemir, Aytek Namitok, ondan sonra İbrahim Haydaroğlu ve babam Wassan Giray Cabagi bulunuyordu. 1923 yılında biz Fransa’dan Polonya’ya geldik. Polonya perişan bir memleketti. Birinci Dünya savaşı sırasında o kadar çok yıkılmış ki, adamakıllı ne bir dükkân vardı ne de bir mağaza. Hiçbir şey bulunmuyordu. Hatta hatırlıyorum, Fransa’dan Polonya’ya geçerken, trenle geliyorduk, Paris-Varşova-Moskova tren hattı vardı.
Polonya’ya geldiğimiz zaman Almanya ile Polonya arasındaki hudutta bir istasyonda indik. Aktarma vardı. O kadar müthiş fırtına ve yağmur vardı ki. Başımdaki şapka uçmuş… Karanlıkta, annem babam ve ablalarım bir türlü şapkamı bulanmadılar. Başıma bir şeyler sardılar. Varşova’ya gidelim sana yeni bir şapka alırız dediler. Birkaç saat sonra Varşova’ya geldiğimizde çok büyük bir zorlukla bir şapka bulundu. O benim çocukluk resimlerimde bulunan şapka. Pasaportumun üzerindeki şapka… – Denizci şapkası mı? – Hayır, hayır, o denizci şapkası değil, bone gibi bir şey. Resimde ben yukarda oturuyorum, ablalarımın arasında. Bizim Gürcü pasaportumuzdaki resim. Çünkü o zaman biz Gürcü pasaportu kullanıyorduk. – Yani ilk olarak sen Gürcü vatandaşıydın. – Evet, evet… Bende öyle Gürcüce yazılı bir belge var. Şimdi başka bir şey anlatacağım. Varşova’ya geldik. Varşova ile Wolkowysk arasında 350 kilometre kadar bir mesafe vardı. Wolkowysk büyükçe bir istasyondu. Varşova-Moskova tren hattı üzerindeydi. Bu Paris Varşova-Moskova-Vladivostok hattıydı. Uzun bir hat. Wolkowysk’a geldiğimiz zaman annem ile babam annemin mallarıyla ilgili işlerle meşgul olmaya başladılar. Çünkü Bayraşevski’lerden hiç kimse yoktu orada. İlk biz indik.
Dedem kayıptı, anneannemin ne olduğunu bilmiyorduk. Wolkowysk’ta bir Ulisa Tatarska-yani Tatar sokağında bir Tatarın kiraladığı evde kiracı olarak oturduk. Onu da anlatayım. Çok enteresan. Tatar fakir bir adamdı. Evi vardı, evinin arkasında da bir soğan bahçesi. Soğan ekiyordu. O kadar mağrur bir adamdı ki… Çalışmak istemiyordu. Çünkü kendisi szlachtidzc-şlahditç’ti (szlachtidzc Polonezce asil demektir ) bir yerde çalışmak istemiyordu. Evin kirası ve sattığı soğanların parasıyla geçiniyor, soğan ekmek yiyordu ama kendini çok müthiş asil olarak hissediyordu. Sonra başka bir eve taşındık. Gene Ulisa Tatarska’da kiralık bahçe içinde bir eve taşındık. Bir hizmetçimiz vardı. Polonya hükümeti Bayraşevski’lerden hiç kimse Polonya’da bulunmadığı için çiftliklerine ve arazilerine el koymaya çalışıyordu.
Annem bir sürü avukat tuttu, işleri, davaları takip etmek için sık sık Varşova’ya gidip geliyordu. Bialistok vilayetine bağlı olan Wolkowysk ve Grodno’da da işleri oluyordu. Annem Grodno, Bialistok, Wolkowysk arasında mekik dokuyordu. Ne kadar bileziği, mücevheri varsa onları paraya çevirip, çiftliklerini arazilerini kurtarabilmek için sarf ediyordu. Babam annemin ailesine karşı çok kibar ve saygılıydı. Annemin Kafkasya’dan getirdiği halılarını, gümüşlerini satıp bu işler için harcamasına karışmıyor, ses çıkarmıyordu. Anneannem Bakü’den mektup yazdı. Anneannem Fatma teyzem ve küçük dayımla, İbrahim dayımla Polonya’ya geldi. İskender adında bir dayım daha vardı. O da eskiden oradaki askeri liseyi bitirmişti ama asker olarak kalmamıştı. Onun askeri talebeyken çekilmiş bir resmi var. Bir gece polis geldi. – Karakolda bir delikanlı var, sizin nerede olduğunuzu öğrenmek istiyor, kendisinin Bayraşevski (Bayraş) olduğunu söylüyor. Gelip teşhis eder misiniz, doğrumu söylüyor, yoksa yalan mı? dedi. Annem büyük bir heyecanla karakola koştu. Bakmış ki gelen gerçekten kardeşi. Gündüz dayım. İstanbul’da ölen dayım. Ben çok küçüktüm ama dayımın gelişini hatırlıyorum. Üzerinde siyah bir gömlek, siyah pantolon vardı, giyeceklerinin hepsi siyahtı. Onun gelişini unutamıyorum. Sonra tekrar çiftlikleri ele geçirmeğe başladılar.
Babam ziraat mühendisi olduğundan, size yardımcı olmak için çiftliklerin her şeyiyle meşgul olayım, işleri güzelce organize edeyim diyordu. Fakat dayılarım geldikten sonra, o damattır, bizim işimize nasıl karışır? Biz daha iyi hallederiz diye itiraz ettiler. Nedense her zaman oğullar böyle yapıyorlar damatlara karşı. Biz daha iyi anlarız diyorlar. Babam çok kırıldı. Wolkowysk’e üç kilometre mesafede Yatwiez isimli bir çiftlik vardı. Babamın at üstünde çiftlikle Wolkowysk arasında gidip gelişlerini hatırlıyorum. Sonra izzet nefsiyle çok uğraştılar. Babam darıldı. Bunlara dedi ki; – Ne haliniz varsa görün… ben Türkiye’ye gidiyorum. Ve babamın o halini böyle üzülerek hatırlıyorum. Peç yanıyordu babam lambayı yakmadı ve peçin yanında, peçin kapısı açıktı. Babam ağladı. Ağlıyordu… -Ben çocuklarımı bırakıp gidiyorum. Ben sizinle kalamam. Burada Polonya’da ne işim var? dedi. Anneme de “Geliyor musun?” diye sordu. Annem de ona: – O benim annem. Yeni dul kaldı. Bu kadar çok çocuk var, onu nasıl bırakayım, dul kadın dedi. Babam; – Gelmiyor musun? dedi. Ve babam kimseye göstermeden ağladı. Ben gördüm. Onun kucağındaydım. Ve babam ertesi gün kalktı İstanbul’a gitti. İstanbul’a geldiği zaman babam, Yunus Nadi’yi, Hüseyin Yalçın’ı, Yahya Kemal’i, Ruşen Eşrefi, Karaosmanoğlu’nu çok iyi tanıyordu. Babamın çok iyi dostlarıydı. Babam Tanin’de Cumhuriyet’te ve La Republique’de, İstanbul’da çıkan Fransız gazetesinde çalıştı… Bir şey anlatmak istiyorum.
Geçen gün Yeni Kafkasya gazetesini elime aldığım zaman, Yeni Kafkasya Kasım 1993 sayı 14-15ci sayfada bir yazı okudum. Yazan Yaşar Bağ isminde bir gazeteci avukat. Onu okuduğum zaman, bir bildiğimi anlatmak istediğini fark ettim. Çünkü orda bizimkilerin yanlışları diyor ve Yaşar Bağ doğru söylüyor. Hakikaten büyük bir yanlış. Yaşar Bağ diyor ki: 1925 de Prag’da Kafkasya Dağlıları adıyla bir dergi çıkartılıyor. Bu dergi çıkartan bu dernek orada çok az sürdü çünkü ondan sonra aynı mecmuayı, Kafkas Dağlılarını dergisini Varşova’da çıkartmaya başladılar. Şimdi işin esasını anlatmak istiyorum. Benim babam Paris’ten Polonya’ya geldiği zaman oradaki Kuzey Kafkas Hükümetinin büyükleri hepsi orada bulunuyorlardı. Reşit Han Kaplanof’dan başka. Reşit Han Kaplanof muhacir olmadı. Kafkasya’da kaldı. Allahtan kimse ona dokunmadı ve sonradan duyduğumuza göre, sonra Moskova’da Kafkas Lisanları profesörü oldu. Hakikat olup olmadığını bilemiyorum. Böyle söylentiler vardı. Şimdi gelelim Yaşar Bağ’ın bulduğu o yanlışa. Çok isabetli bir şey. Efendim şimdi anlatayım.
Paris’teki Kafkas büyükleri, yani eski Kafkas, Kuzey Kafkas Bakanları babama Polonya ile Kafkasya hakkında ne kadar konuşma, görüşme olursa babamın temsil edeceğine dair karar vermişler ve babama böyle bir doküman verdiler. O doküman elimde bulunuyor. Şimdi babam Polonya’ya geldiği zaman, Polonya ya iki defa geldi babam, 1923 de kısa zaman için geldi.
Annem daha evvel anlattığım gibi köklü, eski bir Tatar ailesine mensuptu, Bayraş. Polonyalıların dediği gibi Bayraşevski. Annemin malları yüzünden, başka bir bölümde onu anlattım. Annemin ailesinin mallarını kurtarmak üzere 1923 de Polonya’ya gitmişler. Babam bazı ailevi durumların yüzünden, anneannemle dayılarım arasında anlaşmazlık oldu. Ki babam bütün mallarını kurtardığı halde efendim kendileri idare etmek istiyorlardı. Babam da benim Polonya’da işim yok diye Türkiye’ye gitti, İstanbul’a. Biz kaldık annemle. Biz üç kız kardeşiz, Halimat, Cennet ve ben en küçük kız bendim. Babam bizden Polonya’dan ayrıldığı zaman ağlayarak, ben tesadüfen gördüğüm ağladığını, yoksa babam hiçbir zaman ağlamazdı.
Kuvvetli, sert, prensip sahibi bir adamdı. 1924’te babam İstanbul’a geldi ve İstanbul’da Cumhuriyet gazetesinde, Tanin’de yazı yazıyordu ayrıca Fransız, Alman, İsviçre gazetelerine yazılar gönderiyordu muharir (yazar) olarak. O lisanları mükemmel biliyordu. 1924 ten 1926 ya kadar babam Türkiye’deydi. İstanbul’da 1924 ile 1926 senesi arasında çok güzel bir çevre edindi. O zamanki meşhur yazarlar, Türk yazarlar babamın arkadaşları. O zamanki deli Fuat paşanın oğlu Hulusi Fuat, ondan sonra şeyler, söyleyin neydi? Meşhur diplomat ailesi, neyse sonra hatırlarım. Menemencioğulları. Onlarla filan çok iyi bir çevresi vardı Sonra bizim hasretimize dayanamadı. Annemi illa Türkiye’ye getirtmek istiyordu, ablalarımı Dame de Sion’a yazdırmış. Ben o zaman küçüktüm, daha okula gitmiyordum.
Erenköy’de bir konak almaya kalkmış ama annem gelmemekte inat edince babam onu ikna etmek için veyahut bizi almak için Polonya’ya geldi. O zaman annem küçük bir şehirde, Wolkowysk (Volkovısk) isimli bir şehirde oturuyordu. Babam şart koştu, orda oturmayacağız, Varşova’ya taşınacağız diye. Babam Polonya’da geldiği zaman Varşova’ya taşındık. Babamın şartıydı bu. Wolkowysk’ta, annemin çiftliklerinin olduğu yerde kalmak istemiyordu. Varşova’ya geldiğimiz zaman babam Kuzey Kafkas Sabık Devleti namına Polonya hükümetiyle görüşmüş ve Kafkasyalı talebeler için burs çıkartmış. Bunu duyunca Prag’da olan talebeler, hepsi Polonya’ya Varşova’ya hücum ettiler. Bir de Sait Şamil, Şeyh Şamil’in torunu, başka bir bahiste ondan bahsedeceğim. Onun şahsiyeti hakkında, şimdi karıştırmak istemiyorum. O başka bir bahis. Bunu duyunca Polonya hükümetiyle o da görüşmeye başlamış ve ben bu işi idare ederim demiş. Türkiye’den, Prag’dan talebeler geldiler. Kimler mi geldi? Bekir Tulat, Mehmet Çukua, Ahmet Canbek Havjoko, Murat Baragun, Batırbek Gazihan ve başkaları da vardı. Barazbi Baytugan Prag’da ziraat mühendisi oldu. Bir de Baloti Bilati geldi. Bunlar için ayrı bir şey anlatacağım. Baloti Bilati sonradan öyle ismi aldı, onun asıl ismi Vladimir Bilayev’dir. Bunlar, Barazbi Baytugan ile Baloti Bilati Kafkasya da Osetin reyonunda, (mıntıkasında,) kazak stanitzaları vardı.
Stanitzada doğmuş ve kazak idiler. Yalnız osetin mıntıkasında bulundukları için mükemmel osetince biliyorlardı. Sonra baktılar ki Kazak olmak efendim muhacerette bir işe yaramıyor, Kafkasyalı olmak çok iyi bir şeydir, hem de burslar var, onlar bursları değil de maaş alıp mecmua çıkartacaklar efendim. İşte o Prag’da başlayan Gorzi Kafkazı yani Kafkas Dağlıları devamı Varşova’da oldu. Babam evvela onlarla çalışıyordu, onlara abilik etti. Çünkü zaten Polonya hükümetiyle anlaşan babamdı. Fakat birdenbire efendim, yavuz hırsız ev sahibini uzaklaştırır demek gibi, babam da prensip sahibi bir adamdı. Baktı ki talebeler eğlencededirler. Bir de Haluk Utsmi vardı, Dağıstan prensi vardı. Hatırladıkça kimler vardı söylerim. Şimdi babam prensip sahibiydi. Baktı ki bunlar çalışmıyorlar. Onları çağırıyordu, evvelâ iyilikle nasihat ediyordu. – Çalışın mahcup olmayalım. Burs alıyorsunuz ama üniversiteye uğradığınız yok. Duyduğuma göre, siz eğlencedesiniz, (o zaman Varşova pek eğlenceye dalmıştı, yok balolar, yok banketler, filan.) Siz okuyun yoksa ben mahcup oluyorum.
Babamın bu söylenmelerinden Sait Şamil istifade etti. Dedi ki. “Ona gitmeyin. O hep sizi şey yapıyor. Azarlıyor.” Sonra Gorzi Kafkaza ne demektir diyordu babam. Dağlılar, her memlekette dağ vardır, her memlekette şeydir, fakat bizim başka hususiyetlerimiz var. Biz dünya da tek devletiz böyle, dağlık bir mıntıkada bu kadar değişik dilleri konuşan kimseler. Biz Kafkasyalıyız, biz dağlı değiliz Kafkasyalıyız, Kafkas deyin, Kafkas milletleri deyin, fakat dağlılar demeyin. Bu yüzden her gün, geldikleri zaman babam onlara bunu anlatıyor, bununla çok mücadele ediyordu. Diyordu ki – Okuyun, çalışın… – Polonyalılar neden burs veriyorlardı? – Yalnız talebeler yoktu, bir de orduya alınan kontratlı subaylar vardı.
Kafkasyalı, Gürcü, hatta şimdiki Amerika’daki general, başkumandan olan Şalikaşvili’nin babası da Polonya ordusunda üstteğmendi. Kontratlıydılar çünkü her sene, bakalım onlar bize lâzım olacaklar mı diye senede bir defa kontrat imzalanıyordu. Kuzey Kafkasyalılardan Nevruz Sunş, Yusuf Umaş ondan sonra bir de Gazihan Yetmiş vardı. Bir Kabartay vardı. Bunlar subay olarak, bir de Hurş vardı, Albay Avar Bahattin Hurş. Bu adamcağız Polonya’da harp akademisine girmiş ve bitirmiş. Kendisini müstakbel Kafkas mareşali olarak görüyordu. Durumu da öyleydi, konuşması da öyleydi. Ben küçüktüm ama hepsini duyuyordum ve çok meraklıydım. Benim için Kafkasya bir ütopiydi, her zaman bahsediliyordu. Cennetin bir kısmı zannediyordum Kafkasya’yı. Şimdi Bahattin Hurş, mesela Nevruz Sunş ve Yusuf Umaş akademiye girmek istiyorlardı. Hurş bunlara müsaade etmedi, engel oldu… Bir de prens Nevruzof vardı, Kabartay, o da suvari subayıydı, efendim, Gorzı Kafkazı, babam, dağlı kelimesinden hiç hoşlanmıyordu efendim. Sonra Sait Şamil ve bu burslardan faydalananlar General Biçerahov’u aralarına aldılar.
O da Kazak ve o zamanki bütün Kafkas isyanlarında ve baş kaldırdıklarında o Biçerahof Kafkas halkını ezmiş Çarlık Rusya Generaliydi. Çok zalimdi, çok acımasızdı Kafkas halklarına karşı. Ondan sonra babam dedi ki. – Bu Biçerahof’u aranıza mı alıyorsunuz? Benim ismim benim için kıymetli. Siz ne yaparsanız yapın. Ben çekiliyorum. dedi. Ve babam çekildikten sonra birçok başka şeyler oldu. Sait Şamil’e devamlı şekilde Polonyalılar soruyorlarmış: “Niçin Wassan Giray Cabagi sizinle çalışmıyor?” Nasıl anlatsın anlatamıyor. Tabii “Ben onu iknaa edeceğim” diyormuş. Nasıl ikna ettiğini biliyor musunuz? Babam Varşova’da çalışmaya başladığı zaman en büyük Polonya gazetelerinde, Kurier Warszawski, Gazeta Warszawska, Kurier Polski, Polski Brayna… Birçok Polonya gazetesinde yazı yazıyordu.
Çok tanınan bir yazar oldu orada. Bir de Oriyent isimli bir ajans açtı, çok mütevazi, kendi odamızda, oturduğumuz küçücük evde. Efendim babam ajansta yazdığı yazıları vekaletlere gönderiyordu, gazetelere gönderiyordu. Babam geçimimizi yazı yazarak sağlıyordu. Bir gün efendim, bir ay başı. Oradaki yazılarının karşılığı olan ücreti almak için gittiği zaman ona: – Teşekkür ederiz. Artık çok fazla bizi alakadar etmiyor yazdıklarınız, efendim, zahmet etmeyin demişler. Babam deliye döndü Bir de iç işleri, dış işleri bakanlığına da o Orient ajansı vasıtasıyla babam haberler veriyordu. Oradan da ücret alıyordu. Onlarda öyle söylemişler. Babam çok ama çok üzüldü. Bu tahmin ederim 1932-1933 senesiydi.
O zaman annem ablamı evlendirmek için Türkiye’deydi. Ablam çok milliyetçiydi. Bir İnguş doktorla evleneyim diye Türkiye’ye gitmişti. Polonya’da bir Polonyalı ile evlenmeyeyim diye. Sonra o İnguş doktor epeyce şey… Mutlu olamadı zavallı ablam. Ama elli sene onunla birlikte kaldı ve boşanmadı. O adamı çekti elli sene. Babam eve geldiği zaman, ben babam bir de Zoşa isminde bir daimî hizmetçimiz vardı, (Zoşa-Zofiya’ydı onun ismi) Artık hizmetçimiz değil aileden biri olduğunu hissediyordu. Bizde öyle kabul ediyorduk. Babam Zoşa’yı çağırdı, dedi ki: – Zoşa ben artık maaşını veremeyeceğim. Maddi durumumu çok bozuldu, artık bu evde seninle beraber olamayacağız… Sen başka iş ara… Beni de çağırdı, dedi ki: – Bak, artık paramız çok az, her bakımdan çok fenayız.
Şimdi bir azıcık param var. Bittiği zaman ben satılık bir adam değilim. İcabında seni de kendimi de vururum. Ben satın alınacak bir adam değilim dedi efendim. Hakikaten babam hayatı boyunca hiçbir zaman siyaset sayesinde para kazanmadı. Yalnızca Bakan olduğu zaman maaş almıştı. Fakat Kafkasya’dan ayrıldıktan sonra katiyen hiçbir yerden beş kuruş bile almadı. Ancak kendi kalemi, yazdığı yazılar sayesinde hayatını kazanıyordu efendim. O kadar kendi gururuna bağlı bir kimseydi, büyük bir milletperverdi (vatan severdi) ve millet sevgisi satın alınmaz derdi. İki ay böyle sıkıntılar ve güçlüklerle geçti. Sonra anladılar. Babama telefon ettiler, gelin, görüşelim düzeldi bu iş diye. Bu iş düzeldi, babamdan özür dilediler.
Şimdi ismini söylemek istemiyorum fakat, işte babam birisine, anlarsınız kim olduğunu, ısrar ettikleri için babam aç kalırsa, kendi zaten satılık bir adamdı, efendim babam da böyle satılacak diye zannetmiş. Hayır böyle olmadı ve her şey düzeldi. Babamında, orada ahbapları, tanıdıkları vardı. Polonya’da da protokolde Kafkas Parlamento Reisi olarak her zaman büyük banketlere katılırdı. Reisicumhur o zaman Moscicki’ydi. Efendim, babam frakını giyip Kafkasya’yı temsil etmeye giderdi. İşte bu günlük bu kadar… Çekoslovakya’daki burslarla ilgili bilgi vermek istiyorum. Şimdi komünist ihtilalinde çar, Rus Çarını Sibirya’ya doğru yola koymuşlar. Aynı zamanda General Kolçak sekiz vagon dolusu mücevher, para, rus parasını ve kıymetli eşyaları sekiz vagona doldurup çarın arkasından götürüyorlarmış. Daha çarın ne olacağını bilmiyorlarmış.,
General Kolçak’ın emrinde “Dikaya Divizya”dan kalma yani “Vahşi Tümen”den kalma çek askerleri varmış, bir de kazaklar varmış. Dikaya Divizya daha ziyade kazak, Kazakistan’daki kazaklar değil, Rus yani kazak demektir. Dinyepr kazakları vardı, Don kazakları vardı, Dinyestr kazakları vardı, Zaparogi kazakları vardı. Bunların hepsi şuradan buradan toplanmış kanun dışı insanlardı. Dedeleri, babaları ve kendileri de öyle, kanun dışı insanlardı, vahşi, şurada, burada bir isyanı bastırmak lâzım olduğu zaman o Dikaya Divizya, yani Vahşi Tümeni kullanıyorlarmış efendim, Kafkasyalılardan fazla kimse yoktu. Kazak menşeili (asıllı) kimseler vardı fakat bu Dikaya Divizyaya olanlara Kafkas elbisesi giydiriyorlardı. Çarlar da Kafkas elbisesini çok seviyorlardı. Çünkü güzel bir elbise, giyenler çok yakışıklı görünüyordu efendim. Kafkasyalı olduklarını zannediyorlardı. Halbuki bu Dikaya Divizya da belki bir iki tane Kafkasyalı vardı. Benim hatırladığıma göre, Türkçeye belki çevrilmemiş, Dikaya Divizyayla ilgili kitaplar vardı. Onu yazan Breşzko Breszkowski onu çok iyi hatırlıyorum. Babam da olup olmadığını bilmiyorum o kitabın.
Polonya da isyan çıktığı zaman, başka yerde isyan çıktığı zaman hemen Vahşi Tümeni gönderiyorlardı bastırmak için. İşte bu General Kolçak’la beraber, ama ansiklopediye baktım bu Kolçak şeymiş, amiral, deniz subayı, fakat, demek orada bulunmuş. Sibirya’da bunlar, Çekler sonra Kolçak’ı Kızıllara vermiş ve kendileri malların, paraların, mücevherlerin büyük bir kısmını almışlar. İhtilâl olduktan sonra herkes bir yerlere kaçmaya çalışıyormuş. İşte bir sürü kimse de kendini Prag’da bulmuş. Çekler o kıymetli malların çoğunu Çekoslovakya’ya götürmüşler ve on tane burs tahsis etmişler. – Bu bursları kim alıyordu? Kim okuyordu? – Diploması olan bir kimse. Benim eniştem, sonradan olan eniştem.
Annemin eniştesi, Fatma teyzemin kocası Cemalettin Konuk, Barazbi Baytugan, Baloti Bilati, Batırbek Gazihan, Murat Hatagon, Ahmet Canbek Havjoko, Yusuf Umaş, Nevruz Sunş vs. iyice hatırlayamıyorum. Hatırlayınca onları da ilâve ederim. Şimdi lise diploması olan kimseler orada tahsil etmişler. Yani Baloti Bilati, Kazaktır, Barazbi Baytugan da Kazaktır, kendilerini, Osetin mıntıkasında kaldıkları için, kendilerini Osetin olarak tanıtıyorlardı. Baloti Bilati’nin asıl ismi ve soyadı Vladimir Bilayev’di fakat kendisini sonra Baloti Bilati olarak tanıtıyordu. Adamcağız Çekoslovakya’da şeyi bitirmiş, kimya mühendisi olmuş. Barazbi Baytugan, o da Kazak, Hristiyan ikisi, Osetinlerin arasında oturmuş kimseler, kendilerini daha rahattır diye, burs almak için, kendilerini Kafkasyalı olarak tanıtmışlardı. Barazbi Baytugan’ın fazla bir kötülüğü yoktu, kalemi kuvvetliydi. İşte yazı yazıyordu. Fakat içinden değil vazife olarak, yani onunla para kazanıyordu. Sonra okullarını bitirdikten sonra her halde Çekler vaz geçmişler bunları şey yapmak… Haaa şey…, Magoma vardı, meşhur Magoma Dağıstanlı… Çekoslovakya’da, adam o kadar zeki ki. Talebeler Çekoslovakya’da ki Üniversiteye, Teknik Üniversiteye gideceklerine bir birahanede Magoma bunlara ders veriyormuş.
Ve bunlar mükemmel bir biçimde bitiriyorlardı okullarını. Ve Magoma… Magoma sonra Berlin’de, İkinci Dünya Harbi sırasında, Magoma’nın ismi çok geçiyordu. Babam onlarla birlikte hiçbir zaman bir iş yapmadı. Nevruz’la Yusuf’un daha önce lise diploması yokmuş fakat subay olduklarına dair bir vesikaları varmış ve hepsi zaten subaydı, Rus ordusunda tabii. Başka ordu yoktu o zaman. Polonya ya geldiler. Yusuf Umaş 36.cı piyade alayında subaydı. Nevruz da, ama Nevruz şey bitirdi, onu unuttum söylemeyi. Harbiyeyi Türkiye de bitirmiş ve istihkam subayı olarak basbayağı. Sonra kaçmış -Polonya’dan sonra mı? – Hayır daha evvel Kafkasya’dan kaçtığı zaman, evvela Türkiye’ye gelmiş ve burada Harbiyeyi bitirmiş, sonra kaçmış. – Kaç yılında gelmiş? – Kaç yılında? 1926 senesinde ben Varşova da onu gördüm.
Ben küçük bir çocuktum. Daha evvel, demek ki 1926 senesinden evvel Harbiyeyi bitirmiş. Sonra Çekoslovakya ya geçmiş, sonra Çekoslovakya’dan Polonya’ya gelmiş Nevruz Sunş. Bunlar hepsi Çekoslovakya’dan, Çekoslovakya çok fazla yüz vermemiştir her halde bunlara, Polonya’ya geldiler. Polonya’daki daha önce söylediğim gibi Kuzey Kafkasya Hükümeti babama resmen bir şey, belge gönderdiler. Babamı Polonya’daki Kuzey Kafkasya işlerini tanzim etsin diye bir delege olarak göndermişler ve Polonya’daki talebe bursları babam tesis etti.
Fakat gelen, bütün talebeler, Varşova’ya gelince kendilerini eğlenceye kaptırdılar… Varşova eğlence merkeziydi o zaman. Varşova daha evvel, Rus işgali altındaki Polonya’nın çektiği sıkıntıları unutmuş gibiydi. Aristokrasi tekrar peydah oldu, balolar, rondlar, banketler falan hepsi şey eğlenceye kapılmışlardı. Gelen talebeler… Aaa şey…
Haluk Utsmi, Dağıstan prensi vardı, Azeriler vardı Varşova’da. Azeriler… Onları, hepsini ayrı ayrı anlatmam lazım, onlar hepsi iç içe efendim. Gürcüler vardı. Evvela. Kuzey Kafkasyalıları anlatayım. Ahmet Canbek Havjoko, Murat Balagun, Gazihan- Batırbek Gazihan. Ahmet Canbek sonra Havjoko soyadını Türkiye’de attı. Soyadı Canbek oldu. Asıl adı Canbek Havjoko’dur, iyi Kabartay ailesine mensup bir kimse. Hepsi fakültelere girdiler ve balodan baloya gidiyorlardı. Babamın ısrarıyla bir şeyler yapan Barazbi Baytugan’la Baloti Bilati, onlar mecmualar çıkartmaya başladılar fakat işleri pek iyi gitmiyordu. – Polonyalılara karşı ayıp oluyor, hiçbir şey yapmıyorsunuz, eğleniyorsunuz. Buradaki Polonyalı hanımlarla gün geçirmeye çalışıyorsunuz diyordu, bunları azarlıyordu. Sonra bir gün 1926 senesinde Sait Şamil geldi. Bizim evimize geldi. Babam hastaydı, anjinden yatıyordu. Evimiz çok küçüktü ve babam misafir odasında yatıyordu. Ve Sait Şamil geldi. Koca bir adam, uzun boylu, ben altı yaşındaki çocuk olarak ayakkabısına baktım çok kalın bir kauçuk tabanı vardı ayakkabısının. Ben Polonya da böylesini görmemiştim. Halbuki İstanbul moda merkeziydi o zaman. İstanbul’dan böyle şeyler almış. Hep ayağına baktım. Babam ona sordu o zaman – Sait bey kaç yaşındasınız? – Ben, dedi 1900 senesinde dünyaya geldim. 26 senesinde bulunuyoruz bende 26 yaşındayım dedi.
Onu çok iyi hatırlıyorum. Babam dedi ki – İyi çalışırsanız, başarılı olursunuz. O da eğlenceye daldı, entrikalara daldı. Bir Binbaşı Horaszkiewicz vardı Polonyalı, Kafkas ve Türk Masasının Başkanı Kurmay Binbaşı. Bu herkesle görüşürdü, kadın gelirse ona kur yapardı, erkek gelirse dostluk kurardı. Çoğu kimse bilmiyordu adamın vazifeli olduğunu, hatta bir tatar kızı geldi Varşova’ya ona kur yapmaya kalktı. Seviyorum, meviyorum demiş kıza o da ne kadar çok şeyim var, süksem var Varşova da dedi, pek memnun kaldı. Halbuki adam onun ağzından bir şeyler almaya çalışıyordu.
Tabii biz hepimiz bildiğimiz için pek aldırmıyorduk ona. O da biliyordu bildiğimizi. Pek üzerinde durmuyor, mesele yapmıyordu. Yalnız biz 1938 senesinde Polonya’dan ayrılırken Binbaşı Horaszkiewicz babamı çağırmış, ve demiş ki – Size bir şey göstermek istiyorum. Sizin Kafkasyalılarınız ne kadar becerikli insanlar. Sizin hakkınızda kaç dosya var biliyor musunuz? Hep gelip gelip sizin hakkınızda bir şeyler anlatıyorlardı. Sizi şikâyet ediyorlardı. Bunu size göstermem lâzım. Nasıl olsa bir daha Polonya’ya gelmezsiniz. Ben sizi sevdim. Siz namuslu bir insansınız, bir göstereyim. Kimlerin şikâyet ettiğini demiş. Ben şimdi karıştırmayayım.
Fakat bir şey anlatayım. Babam gençlere, bize okumuş insan lâzım, okuyun, ben sizin abinizim, okuyun bize cahiller lâzım değil, okumuş insanlar lâzımdır diye devamlı şekilde söylüyordu. Sait Şamil zaten Galatasaray Lisesini bitirememiş, kaçıncı sınıfa kadar okuduğunu ben biliyorum ama söylemeyeyim çünkü dedikodu olacak. Yalnız bitirmedi Galatasaray Lisesini. Babamı çekemiyordu bir türlü, çünkü babam her yerde eski Kafkasya Parlamento Reisi olarak, iyi bir yazar olarak tanınıyordu. Çekemiyordu babamı. Babam Kafkasya’dan ayrıldıktan sonra hiçbir zaman siyasetten bir kuruş bile kazanmadı. Bunu bilhassa belirtmek istiyorum. Babam büyük bir vatanperver olarak, büyük bir idealist olarak, makale yazarak, gazeteci olarak geçimini sağlıyordu. Babamın başka bir geliri yoktu.
Babam gençlere devamlı nasihatler ettiği için bir gün Sait Şamil gençlere bizim evimize gelmelerini yasaklamış. Yalnız bir kişiye müsaade etmiş. Nevruz Sunş’a. Çünkü Nevruz Sunş benim rahmetli Halimat ablama müthiş aşıkmış. Herkes, oradaki gençler biliyorlarmış fakat ablam ona karşı hiçbir his beslemiyordu ve hiçbir zaman ona o fırsatı vermedi. Yani tek taraflı bir aşktı Nevruz’un tarafından. Onun bize gelmesine müsaade edilmiş Sait Şamil tarafından. Artık dağıtılan burslarla o ilgileniyordu ve Polonya’dan da yaptığı bu işe karşılık iyi bir maaş almaya başlamıştı. Sait Şamil ne kadar burs alanlara yasak ederse etsin, bu gençlerin hepsi, babam onlara acı gerçekleri söylediği, zaman zaman azarladığı halde gene de çok hürmet ediyorlardı, babamı seviyorlardı, hiçbiri o yasağı tatbik etmedi. Bizim evimizde Sena 20 numara, o çok meşhur. Birçok yerlerde geçiyor. O bizim Varşova’da ki adresimiz. İki tane kapısı vardı. Bir mutfak kapısı vardı çıkış, bir de giriş, evin giriş kapısı vardı. Şimdi Kafkasyalılar gelirlerdi ve birbirlerinden gizli olarak gelirlerdi…
Efendim, biri geldiği zaman, birisi giriş kapısından girdiği zaman ötekisi mutfak kapısından kaçardı. Birbirine söylemesinler diye. Sait Şamil duymasın diye. Böyle komik şeyler oldu. Orda okuyanlardan yalnız bir kişi mezun oldu. Ahmet Canbek Havjoko. – Üç senelik Yüksek Ticareti bilmem dokuz senede mi bitirdi? – Evet… Bu gece sabaha karşı Kızıl haçla, pardon, Gamalıhaçla Kızılyıldız arasında kitabını karıştırıp durdum. Birçok hatıralarım canlandı. Bilmiyorum, daha evvel, hatırlamıyorum Birsen’ciğim acaba ben Varşova’daki Kafkasyalılardan bahsettim mi? – Biraz bahsettin. – Şimdi Varşova’daki Kafkaslar için söyleyeceğim şeyler vardır. Biz 1926 senesinde Wolkowysk’tan Varşova’ya taşındık. Bir müddet sonra hatırlıyorum Sait Şamil bize geldi. Ben o zaman altı yedi yaşlarındaydı bir çocuktum. Tabii her gelen misafire lâzım olan saygıyı gösterdik. Sait Bey kendisi 26 yaşında olduğunu söyledi.
1900 senesinde dünyaya geldiğini söyledi. Kolaylıkla yaşını söyleyebilirdi. Babama daha evvel Fransa’daki Kafkasyalılardan, Paris’teki komiteden efendim Polonya’ya geldiği zaman bir Kafkas cephesini, Kafkas Derneğini, bir şeyi bir resmen Polonya ile görüşmesi için bir kâğıt, bir belge vermişlerdi. Bu doküman bile vardır elimde. Şimdi birileri Sait Şamil’le de görüşmüş. Ama Kafkasyalılar değil. Polonyalılar. Ve Sait Şamil’in isminden faydalanarak efendim bir hareket başlatmak istiyorlardı Polonyalılar. Efendim çarlık zamanında sürgün olan Polonyalıları Kafkasya’ya sürüyorlardı. Kafkasyalılar da… Dur dur ne dedim.